KISA KISA

ALLAH MI? İŞTE ALLAH!

EY İNSAN !
SENİ YARATTIM. O HALDE BEN İLAHINIM.
SENİ NİMETLERLE BÜYÜTÜP TERBİYE ETTİM. O HALDE BEN RABBİNİM.
SONRA SEN İSYAN ETTİN, BEN İSE SENİ AFFETTİM. O HALDE BEN RAHMANIM.
SONRA SEN TÖVBE ETTİN. BEN SENİ BAĞIŞLADIM. O HALDE BEN RAHİMİM.
BİR DE TÖVBE ETMEYEN , GÜNAHKAR NANKÖRLER VAR Kİ ONLARA DA CEZAYI ULAŞTIRAN , CEZA GÜNÜNÜN SAHİBİYİM…

………………

KURAN VE SÜNNET

Bir mümine iki kaynak rehberlik eder : 1. Kuran teoriye dayanan rehberliği , 2. Muhammed Aleyhisselamın pratiğe dayanan rehberliği. Bu iki unsur birbirine paralel iki kaynak değildir. Zira sonradan “sünnet” adı verilen peygamberimizin pratik örnekliği , onun Kuran’dan öğrendikleridir.Bu açıdan sünnet Kuran’ın ortağı değil , Kuran’ın uygulamasıdır. Bu sebeple Kuran dinin tartışmasız tek kaynağıdır.

….

DİN GÜNÜ

Din günü , Kurana göre hiç bir insanın bir başka insana yardım edemediği bir gündür. (82:19) Onun için Fatiha suresinde din gününün hakiminin Allah olduğu söylendikten sonra yalnız ona kulluk ettiğimizi ve yalnız ondan yardım istediğimizi söyleriz. İnfitar suresinde de şöyle denilir: ” Bilir misin din günü nedir? Din gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin.O gün hiç kimse hiç kimse için bir yapamaz.O gün iş Allah’a kalmıştır.” 

….

KORKU DOĞAL BİR ŞEYDİR

         Allah’ın sevmediği korku insanlardan veya başka şeylerden Allah’tan korkar gibi korkmadır. Bu tür korku şirk tehlikesi içerir. Kuran Allah dışında başka bir şeye korku duymayı yasaklamaz.  Zira korku beşeri bir duygudur.

         Kuran Musa’nın (20:67 , 26:21) , Şuayb’ın (26:12,14) ve müminlerin korkusundan (24:55) bahseder. Fakat bunların tümü “havf” köküne dayanan kelimelerdir. Havf tedirgin olma halidir. İnsanın başka şeylere karşı kendini güçsüz hissettiği için duyduğu beşeri korkuyu ifade eder. Yani içeriğinde Allah tan gereği gibi korkulmasını ifade eden HAŞYET yoktur.

        Haşyet kavramının içeriğinde saygı içinde bilinçli bir korku vardır.Ümide yönelik, yüceltmeyle birlikte bulunan bir korku duyma durumunu anlatmak için kullanıla gelmiştir. Haşyetin dünyevi bir boyutu yoktur , uhrevi bir yönü vardır.

İLAHİ SINAVDA SONUÇ BELLİ Mİ?

“BİZ MUSA’YA İLAHİ MESAJI BELKİ ONLAR DOĞRU YOLU BULURLAR DİYE VERMİŞTİK”
( Mü’minun 49)
Bu ayet insanın kendi akibetinden sorumlu olduğunu gösterir. İlahi sınav sonu başından belli olan bir şike veya bir seneryo değildir. Allahın ilmiyle kulun irade özgürlüğünü karşı karşıya getiren her tez vahyin sert kayasına toslayacaktır

AKLETMEMEK

Bir ayette Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Rabbin isteseydi yeryüzündekilerin hepsi mutlaka inanırdı. O halde sen mi insanları inanmaları için zorlayacaksın. Allah’ın izni olmadan kimse inanmaz ve O pisliği akıllarını kullanmayanlara verir.”(10/99-100). Şu ayette de ‘sapma sebebi’ olarak aklı kullanmamak gösterilir:

“ (Şeytan) sizden bir çok nesli saptırdı. Aklınızı kullanmıyor musunuz?”(36/62).

Bugünün insanları akletmeyi iyi müslüman olmanın gereği olmaktan çıkardıkları için sapmalar yaşanıyor.

Toplumda şeytanın ‘akletmekten’ dolayı saptığı hakkında yanlış bir inanç var. Gerçekte ise Iblis’in sapma sebebi akletmek değil, belki akletmemek ve kıyas yapmamaktır. Iblis, Allah’ın ‘Ademe secde etmene engel olan nedir?’ sorusunu şöyle cevaplandırır: ‘Beni ateşten, onu çamurdan yarattın. Ben ondan iyiyim.’(38/76). Halbuki ‘akıl’ her varlığın kendi yaratılışında iyi olduğunu söyler. Ateşin çamurdan üstün olduğunu iddia ederek isyan etmek (17/61) akletmek değil, olsa olsa gurur ve kibre dayalı bir ırkçılıktır. Şeytanın sapmasında sebep ‘akletmek’ değil, istikbar(büyüklenme) (38/71-75) ve istiğnadır. Yani tepeden bakmak ve kendini yeterli görmek

 

KURAN’DA ALLAHIN İSİMLERİ ARASINDA ADALET YER ALMAZ

Adalet isminin Kuranda Âdil veya her hangi başka bir isim formunda Allah’a isnat edilen bir kullanımı yoktur. Sebebi açıktır: Allah zatına rahmeti, insana ise adaleti farz kılmıştır.
Allah’ın zatına rahmeti yazdığı/farz kıldığı âyet şudur:
“Rabbiniz rahmeti kendi nefsine yazmıştır/farz kılmıştır.” (6:54).
Allah, nefs-i nefîsine adaleti farz kılmaz. Zira adalet, cevr ve zulüm yapma ihtimali olana farz kılınır. “Hiç şüphesiz Allah’ın kullarına zulüm yapma ihtimali bulunmamaktadır.” (8:51). Kur’an’da tam beş yerde gelen bu mealdeki âyetlerin hepsinde de, nefyin haberi bâ ile gelir. Bunun anlamı, değil zulüm yapması, zulüm yapma konusunda “en küçük bir ihtimalin dahi” Allah’tan nefyedilmesidir. Zulüm yapma ihtimali olmayana, adalet farz kılınmaz.

KURAN KENDİ KENDİNİ TEFSİR EDER

Kuran sadece müfesser (tefsirin nesnesi) bir kitap değil aynı zamanda müfessir (tefsirin öznesi)yani tefsir yapan bir kitaptır.Zira kendi kendini ve varlığı tefsir eder.

EVLAT VE SERVET NEDEN FİTNEDİR(İMTİHAN)?

Evlat ve servet sizin potanızdır. Allah o potada sizin cevherinizi cürufunuzdan ayırır. Kişinin çocukları ve malı kendini saflaştıran bir pota olma istidadı taşıyor. Ebeveynler , çocuklarını terbiye ettiklerini düşünürler oysa çocukları üzerinden kendileri terbiye edilirler. İşte ayetlerdeki fitne gerçeği budur. Allah onlarla sizi sınav eder. Onlar sizin sınav sorularınızdır.

ABDEST ALMAYA FARKLI BİR BAKIŞ
Süleyman Ateş birçok sahabenin de ayaklarını sıvazlamayla yetindiğini belirttikten sonra Maide suresi 6.ayetinin Arapça’sından anlaşılanı şöyle açıklar: “Yüce Allah abdestte vücudun iki temel uzvunun yıkanmasını emretmiştir ki; bunlar yüz ve kollardır. İki uç uzvun da sıvazlanmasını emretmiştir ki; bunlar da baş ve ayaklardır. Yıkayınız fiilinden sonra iki tümleç getirmiştir. Bunlar yüz ve ellerdir. Demek ki yüz ve eller yıkanacaktır. Sıvazlayınız fiilinden sonra da iki tümleç getirmiştir, bunlar da baş ile ayaklardır. Demek ki bunlar da sıvazlanacak uzuvlardır. Ayette bu manayı son derece güçlendiren ince bir nokta vardır. Kuranı Kerim’de her kelime birbiriyle son derece uyumlu ve mütenasiptir. Şimdi “yıkayınız” fiilinden sonra gelen iki tümleçten ilki nasıl tek bir uzvu, ikincisi iki uzvu (yani iki eli) gösteriyorsa, “sıvazlayınız” fiilinden sonra gelen iki tümleçten de birincisi bir tek uzvu, ikincisi iki uzvu (iki ayağı) göstermektedir.” (Süleyman Ateş, Kuran Ansiklopedisi, 1. cilt, Abdest bahsi).

KLASİK KADER ANLAYIŞI ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Her şeyin ezeli program dahilinde cereyan etmesi durumunda “ilahi faaliyet” içinde imkan kalmamaktadır.Oysa Kuran: ” Onu her an bir işin meşgul ettiğini” şöyler. Ezelde tespit edilenin dışında davranma şansımız varsa bu tespitin ; yoksa iradenin , hürriyetin ve sorumluluğun anlamı olmaz. Kısaca klasik kader anlayışı hem insanın sorumluluk ve varoluşunu hem de Allah’ı atıl hale getirmektedir.İnsanın Allah’ın elinde bir oyuncak mı yoksa akıllı ve vicdanlı yani sorumlu ve özgür bir kul mu olduğu vurgusu çok önemlidir.Aksi halde Satre’nin dediği gibi olur: ” Tanrının olması insanın hür olmasına engel teşkil eder.” Oysa Kuran’dan öğreniyoruz ki , insanın hür ve sorumlu bir varlık olmasını Allah dilemiştir…     MUHAMMET İKBAL’DEN YAZILAR

….

 KURANDA YERİLEN SAPIK NİDD İNANCI

Nidd inancı şudur : ” Allah’a benzer bazı niteliklere sahip görülen ve aykırı şeyleri savunabileceğine inanılan varlıktır. Allah’ın onları kırmayacağına, gerekirse Allah’a, onun istemediği bir şeyi kabul ettirebileceklerine, onların bu gücü Allah’tan aldıklarına inanılır.  “Müşrik, Allah’ı yeryüzü krallarına benzeterek kendinden uzak sayar. Krala ulaşmak isteyenin, ona yakınlığı olan biri aracılığı ile ulaşmak istemesi gibi müşrik de Allah’a ulaşmak için ona yakın olduğuna inandığı birini aracı yapmak ister. Hıristiyanların İsa’yı Allah’ın oğlu, Mekkeli müşriklerin putlarını Allah’ın kızları  , büyüklerinin ruhlarından yardım umanların da onları, Allah’ın özel dostları saymaları bundandır. Müşrik aracıyı, manevi gücü olan bir varlık sayar, ona yakınlık için kurbanlar sunar, hatırası karşısında saygı ile eğilir. Onunla ilişkilerini canlı tutar ki, o da onun, Allah ile ilişkilerini canlı tutsun. Allah Teâlâ şöyle buyurur:“İnsanlar arasında Allah’ın yakınından endâd edinenler vardır. Onları, Allah’ı sever gibi severler.” (Bakara 2/165) Endâd ise yukarıda anlatılan nidd’in çoğuludur. 

….

EMANET NEDİR?

Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzab 33/72) 

Buradaki emanetten maksat  nedir? Yerin ve dağların yüklenmekten çekindiği bu emanet bazı müfessirlerimizin dediği gibi “ibadetler” midir? Emanet , insanı insan eden irade ve onun getirdiği sorumluluk yüküdür. Emanet varsa , emanetin gereğini yerine getirememe veya tam tersi emanetin gereğini yerine getirebilme durumları da mevcut demektir. Bu kavramlarda bizi doğrudan emanetin sorumluluk olduğu fikrine götürür.

….

İMAN VE SALİH AMEL

“O, öyle bir Allah’dır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek için gökleri ve yeri altı günde yarattı…” (Hud 11/7)

Şüphe yok ki Allah, iman edip salih amelleri işleyenleri altından ırmaklar akan cennetlere koyacak. Şüphesiz Allah dilediğini yapar.(Hac 22/14) 

Yukarıdaki ayetler gösteriyor ki bu dünya , kimin daha güzel , faydalı , kaliteli amel işleyeceğini görmek için yaratılmıştır. Tek başına iman cennete girmek için yeterli değildir. Amelsiz iman yeterli olsaydı firavunun imanı da yeterli olurdu. Fakat Kurandan biliyoruz ki onun amelsiz imanı tek başına yeterli olmamıştır.

Yine önemli bir noktada cennete ancak iman eden ve salih amel ( çevresini temizleyen ıslah edici faydalı iş) işleyenlerin girebildiğidir. Bu konuda onlarca ayet vardır. Kurani bakışta iman ve salih amelin ayrılamaz ve parçalanamaz bir birlikteliği vardır. Şeytan bunu bildiğinden insanın kalbine imanın yeterliliğini fısıldar. İnsanları amelden , salih işlerden veya ibadetlerden uzak tutar. Amelin gereksizliğinden ve kalbin temizliğinden bahseder.

….

DİN

İster Allah göndermiş olsun ister beşer kaynaklı olsun her bir düzen ve sistem dindir. Yani her ideoloji , her izm ve her doktrin ahiretle bir ilişkileri olmadığını , yalnız dünya ile ilgili tezler ileri sürdüklerini iddia etseler de birer dindirler. Muhammed Esed şöyle der : ” Çağdaş dünya dininin ilahları sermaye patronları , bankerler , sanayiciler , şarkıcılar , artistler ve sporculardır. Mabetleri ise bankalar , fabrikalar ve stadyumlardır. Kulları ise her yere sevk edilebilen , istendiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen insan yığınlarıdır.” Her bir siyasal , toplumsal ve ekonomik düzen aynı zamanda belli bir hayat görüşünün bir yansıması , bir ifade biçimidir. Pratiğe yansıyan her bir şekil arkasında bir inanış ve bir düşünüş saklar.İşte insanlığa belli bir hayat ve kainat anlayışını ve yorumunu sunan bu yolun esası üzere de insanlar arası ilişkileri düzenlemeye çalışan her bir sistem ister adı milliyetçilik olsun , ister demokrasi olsun , ister budizm olsun , ister hıristiyanlık olsun bu bir inanç düzeni yani dindir…

….

TAĞUT

Kuran’ın tevhid anlayışına darbe vuran her şey tağuttur.

….

TEVHİD

Allah ile beraber başka ilahlar edinmemektir. Zira , “Allah’ın varlığı ve birliği” ifadesi tek başına bu kavramı karşılamamaktadır.

….

TÖVBE

Dönmek, vazgeçmek, yönelmek demek olan tövbe; Kur’an’da, kulun yaptığı kötü işten, günahtan veya küfürden/şirkten vazgeçerek, pişmanlık duyarak Allah’a yönelmesi anlamında kullanılmıştır.Allah insana tövbe etme imkanı vermemiş olsaydı kötülük insan üzerinde kesin bir hakimiyet kurardı. Tövbe, bu hakimiyete ya baştan müsaade etmez ya da hakimiyet olmuşsa onu yok eder. Yeter ki kul yalnız olmadığının, sahibinin Allah olduğunun bilincinde olsun. Allah’la bağlantısını kesmesin.Fakat şu husus da çok iyi bilinmelidir ki, Allah’ın bağışlayıcılığındaki sınırsız rahmetini düşünerek günaha yönelmek; ‘nasıl olsa tövbe ederek kendimi bağışlatırım’ düşüncesiyle hareket etmek, kulun kendisine tanınan hakkı, verilen imkanı kötüye kullanması demek olur. Allah kendisini kötüye alet ettirmez.Tövbe, günah işlemeyi kolaylaştırmak veya günaha kapı aralamak için değil, tam aksine işlenmekte olunan günahı terk etmek, yapılan kötülüğe son vermek içindir.Kur’an, Fatır suresi 5. ve Lokman suresi 33. ayetlerde Şeytan’ın, insanı Allah’la aldatmasına karşı uyarmaktadır. Bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi insanın, ‘nasıl olsa Allah çok bağışlayıcıdır, affeder’ şeklinde bir düşünce ile kasıtlı olarak günah işlemesi, Şeytan’ın insanı Allah’la aldatmasıdır. Ölüm gelip çatmadan, tövbe etme imkanı, Şeytana tutsaklıktan kurtulma imkanı hep vardır. Ölüm döşeğinde iken veya kendisini taşıyamayacak kadar güçsüz duruma düştükten sonra tövbe etmenin hiçbir anlamı ve geçerliliği yoktur.Sadece söz ile yapılan tövbenin de hiçbir yararı ve anlamı yoktur. Tövbenin kabul edilmesinin şartı, kulun kesin bir dönüş içinde yönelmesini gerektirir. “Kesinlikle inanmalarının arkasından inkara sapmış, sonra da inkarcılıkta ileri gitmiş olanların tövbeleri asla kabul edilmeyecektir. Onlar, hep sapıklık içinde kalmış kişilerdir.”(Ali İmran 90) Ama Allah’ın (c.c) vaat ettiği tövbe, ancak cahillikle yapılan kusurlar ve çok geçmeden edilen tövbedir. İşte Allah (c.c) böylelerin tövbelerini kabul buyurur. Allah (c.c), tövbe edenleri bilir ve hikmet sahibidir.” (Nisa-17)

….

İSLAM

İslam kelimesinin üç farklı anlamı vardır : 1. Silm: Barış   , 2. Teslimiyet: Allah’a kayıtsız şartsız teslim olma , 3. Selamet: Ebedi kurtuluş

Bu üçünü birden içerisine alan tanım ise şöyle yapılabilir: İslam , dünyada barışı/silmi ve ahirette ebedi kurtuluşu/selameti sağlamak için Allah’a kayıtsız şartsız teslimiyet yoludur. 

En geniş anlamıyla insanlığın değişmez değerlerinin adı ; dinlerden bir din değil tüm peygamberlerin tebliğ ettiği değerler ve doğrular silsilesi; Allah’ın kainatı yönettiği sistemin adıdır.

….

MÜSLÜMAN

Bilinçli bir tercihe dayalı olarak kendini Allah’a teslim eden kişidir. Mesela “canının istediğinin” yerine ” Allah’ın istediğini” koyan kişidir. Fıtrata , özüne dönendir.

….

HUŞU

            “Korkan öğütten faydalanacak , kötü kimse ise öğütten kaçacaktır”   (Ala Suresi , 10-11)

           Öğütten yada vahiyden faydalanacak olanlar huşu veya haşyet içinde olanlardır. Huşu hem kalbi hem de bedeni bir eylemdir.Huşu basit korku anlamındaki “havf” tan farklı olarak bilgi ve saygı içeren bir korkudur. Havf ,herkeste olabilir ancak huşu (haşyet ) çaba ve bilgi gerektirdiği için herkeste olmaz.

            Öğütten kaçanlar ise “şaki”lerdir. Şaki , ruhuna vahyin nurunu ulaştırmamış kişidir. Bedene ve dünyaya kendini kaptırmış , hakikati dinlemeden ondan yüz çevirmiş ve yalanlamış , isyan etmiş kişidir. Şakiler , öğüt almayanlar , bedbahtlar Kuran’ın deyimi ile mutlaka “büyük ateşe” gireceklerdir.

….

İNCİL VE TEVRAT’TA TAHRİF NASIL YAPILDI?

  • Ayetleri az bir karşılığa değişirlerdi. ( Bakara 41)
  • Onlar hakkı batılla karıştırıp bile bile hakkı gizlemişlerdir.(Bakara 42)
  • Sözü kendilerine söylenenden başka şekle sokmuşlardır. ( Bakara 59 , Araf 162)
  • Elleriyle Kitabı yazarlar , sonra da onu az bir karşılığa satmak için ” Bu Allah’ın katındandır” derlerdi. ( Bakara 79)
  • Kelimelerin yerlerini kaydırırlardı. ( Nisa 46)
  • Ayetleri anlamlarından uzaklaştırıyorlar ve bir kısım gerçekleri de gizliyorlardı. ( Maide 13-15)

Tevrat’ın tahrif edildiğini anlamak için derin bir araştırma yapmaya ihtiyaç da yoktur. Tevrat satırları arasında yapılacak kısa bir gezinti, bu kitabın tahrifine dair birçok örneği gözler önüne serecektir. Tevrat’ta Allah’a oğul isnâd edilir. (Tekvin, 6/2; Mezmurlar, 2/7) Allah’ın, yiyip bitiren bir ateş olduğu ifade edilir. (Tesniye, 4/24) Allah’a yorgunluk isnâd edilir. (Tekvin, 2/2) Allah’ın, Hz. Yakub’la güreşip ona yenildiği gibi komik hikâyeler aktarılır. (Tekvin, 32/28) İsrâiloğullarının kitaplarını tahrif ettiğini bizzat Tevrat’ın kendisi itiraf ederek, Yeremya peygamberin dilinden şöyle söyler: “Allah’ımızın sözlerini değiştirdiniz.” (Yeremya, 23/36)

          Kısaca şunu söyleyebiliriz : “Kuran , elbette Musa’ya ve İsa’ya indirilmiş olan her iki kitabı da haktan inmiş bir nur olarak onaylar.Onun Tevrat ve İncil ‘e verdiği şartsız onay , onların satırları arasında kalmış hakkı haykıran vahyedir. Şunu da özellikle söylemeliyiz ki Kuran , insanların bu kitaplarda değiştirdikleri , başka şekillere sokup tahrif ettikleri vahiy dışı şeyleri de reddetmektedir.”

 ….

RABBİMİZ NEREDE?

Bir araba sormuşlar,”Rabbimiz nerede?”  , o da şöyle cevap vermiş: ” Mirsad da”(Gözetlemede)

 ….

TEVESSÜL NEDİR?

“Tevessül” kelimesi, “vesile edinmek” anlamına gelir. Kök anlamı “kurbet” (yakınlık) ve “rağbet” (ilgi, alâka) anlamına gelir.(Ahfeş, Rağıb, Râzî).Bunu “Tevessül” formuna taşırsak, “yakınlaşmak için ilgi ve çabayı yoğunlaştırmak” gibi bir anlama ulaşmış oluruz.Kelimenin bu doğru anlamına baktığımızda bir çok Kur’anî kavram gibi, bu kavramın da yol kazasına uğradığı gerçeğini görürüz.

Şimdi şu soruyu soralım: Tevessül’e “Allah’a yakın olmak için iyileri vesile kılmak” anlamı vermek, Kur’an’la çelişmez mi?
Cevabı Kur’an versin: “Kullarım sana Benden sual edecek olurlarsa, hiç şüphe etmesinler ki Ben çok yakınım” (2:186), “Biz kulumuza şah damarından da yakınız” (50:16)
Bu tespite şöyle itiraz edilebilir: Allah kullarına yakın, fakat kul Allah’a uzak. Zaten “vesile” de bunun için gerekli. Yani Allah’ı kula yaklaştırmak için değil, kulu Allah’a yaklaştırmak için…
Bakalım Kur’an bu itiraza ne diyor? Bunun için, Kur’an’da “vesîle”nin geçtiği iki ayeti iyi anlamamız lazım. Bu iki ayet de Mekke’de inmiş. Bunun anlamı şu: Dikkat edin! “Vesile” problemi “dinin detayı” (füru) ile değil, “dinin temeli” (usul) ile ilgilidir. Medine’nize ermek istiyorsanız, Mekke’nizde bu problemi halledin.
İşte o ayetlerin ilki: “De ki: Allah’ı bırakıp da ileri sürdüklerinize yalvarın. Ne var ki onlar, sizin sıkıntınızı ne uzaklaştırabilir, ne de değiştirebilirler.Onların yalvardıkları bu varlıklar Rablerine -hangisi daha yakın olacak diye- vesile ararlar; O’nun rahmetini umarlar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, sakınılacak bir azaptır.” (Diyanet vakfı meali 17:56-57) Kur’an’ın iniş sürecinde “vesile” ile ilgili ilk ayet, Allah dışında Allah’a yakın olmak için “vesile” kılınan iyi kimselerin “vesile” olamayacağını açıkça söylüyor. Bu kimselerin Allah’a yakın olmak için çaba gösterdikleri ifade ediliyor. Yani, kişiyi Allah’a kendi çaba ve gayretinin yaklaştıracağı zımnen vurgulanıyor. Sizin kendileriyle Allah’a yaklaşmak istediğiniz “rasul, nebi, aziz, veli, sıddîk, şehid” gibi iyiler kendi çabalarını vesile ettiler deniliyor.

Şimdi bu ayeti, Alemlere Rahmet olan Peygamber’e hitaben, ikiyüzlü davrananlar hakkındaki ilahi hükmü ele veren şu ayetlerle birlikte düşünelim: “İster onlar için Allah’tan af dile, ister dileme, hiçbir şey değişmez: Allah onları asla affetmeyecek” (63:5) “İster onlar için af dile (fark etmez); onlar için 70 kez af dilemiş olsan dahi Allah onları asla affetmeyecektir.” (9:80). “Ben 70’ten fazla af dileyeceğim” (Buhari, Müslim) hadisini reddeden Gazzali, “Bu haberin sahih olmadığı açıktır, zira Allah Rasulü kelamın manalarını en iyi bilendi” der (el-Mustasfa, I, 162).

İkinci ayet ise şudur: “Siz ey iman edenler! Allah’a karşı saygılı olun ve O’na yaklaşma çabası içinde olun; O’nun yolunda tüm gayretinizi harcayın ki, kurtuluşa erebilesiniz.” (5:35)
Bu ayet birinciyi teyit eder. Ayet açık ve seçik olarak, Allah’a yaklaşmak isteyen kendi iman, amel ve gayretini “vesile” kılsın demektedir. İlle de vesile arıyorsanız Kur’an’a göre meşru olan ‘vesile’ şunlardır 1) Allah’ın esması, 2) İman, 3) Salih amel’dir.

….

YAPILAN İBADETLERİN SEVABI BAĞIŞLANABİLİR Mİ?

Gerçekten bir günahkar başkasının günah yükünü yüklenmez.Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm 38-39)

“Herkesin kazandığı iyilik kendi lehine , kazandığı kötülükte kendi aleyhinedir.” (Bakara 286)

Bu ayetlerle Cenab-ı Hakk, sorumluluğun şahsiliği ilkesini getirmiştir.Peygamberimiz de ne açıkça ne de dolaylı olarak ümmetini ölüler arkasından Kuran okumaya özendirmemiştir.Bu yolda hiç bir yönlendirmesine hiç bir uygulamasına rastlanmayız.Hiç bir sahabe de bu anlama gelecek bir söz söylememiştir. İmamı Şafi bu ayetlere dayanarak ölülerin arkasından okunan Kuranın sevabının onlara ulaşmayacağını ileri sürmüştür.Çünkü başkalarının okuduğu Kuran o ölünün kişisel ameli değildir.

Bizler hayatta ya da ölmüş müslümanlara sadece dua ederiz.Hiç kimsenin ibadeti , hiç kimsenin sevabı  bir başkasına yazılmaz.Kuran okuyorsam ben okuyorum dolayısıyla sevabı da benimdir. Bunu başkasına devretmem mümkün değildir.Kuran okuyup , iyi bir amelde bulunup ondan sonra ölmüş anne – babalarımız için veya diğer akrabalarımız için dua edebiliriz.Bu durum (dua) Kuran ile sabittir. Ancak okunan Kuranın sevabını ölmüşlerimize devredemez,onlara gönderemeyiz.

Peki, ölümlerde ne yapalım? Kesinlikle Kur’an okuyalım. Eğer biz Kur’an okumazsak, birileri mevlit okur, birileri gazel okur, birileri alkış çeker, birileri zılgıt çeker. Kur’an dağa taşa, kurda kuşa her yer ve zamanda her bahaneyle okunmalı. Kur’an okunduğu yerde Allah konuşuyor demektir. Eğer okunan Kur’an Fatiha gibi içinde dua bulunan ayetlerden ise, ölüye dua olur. Zira ölüye duayı biz Kur’an’dan öğrendik. Kur’an’da geçmiş mümin kardeşlerimize edeceğimiz dua öğretilir. Eğer Kur’an okuyan ölünün oğlu veya kızı veya torunları ise, onlar ölenin yaşayan ameli olduğu için, Efendimizin üç kişinin defteri kapanmaz hadisi gereğince ölü bundan istifade eder. Zira baba ölmüştür ama oğul onun yaşayan amelidir. Onun amelinden baba istifade eder. Tıpkı sadaka-i cariye gibi. Bunların dışında ise: Ölünün bunun sevabından istifade edeceğine dair bir şey bilmiyoruz.

Sonuç olarak: 

1. Kur’an’da Kur’an’ın ölülere okunacağına dair hiçbir şey yar almaz. 2. Kur’an’da Kur’an’ın diriler için indiğine ve dirilttiğine dair ayetler yer alır. 3. Sünnette ne Peygamber efendimizin ne de sahabeden herhangi birinin bunu yaptığına dair en küçük bir rivayet yer almaz. 4. Hadiste, İbn Ömer’den gelen güvenilmez bir rivayet var, fakat mesnet olmayacak kadar problemli ve şaibelidir…

….

DOĞRU OLDUĞUNU DÜŞÜNDÜĞÜMÜZ HARUT-MARUT YANİ BAKARA 102.AYET ÇEVİRİSİ

Süleyman’ın hükümdarlığı hakkında şeytanların/Yahudiler’in söylediklerine uydular. Oysa Süleyman kâfir olmadı ama insanlara sihri öğreten şeytanlar/Yahudiler kâfir olmuşlardı. Babil’de, melek Hârût ve Mârût’a bir şey indirilmemişti ki ikisi ‘Biz sadece imtihan ediyoruz, sakın inkâr etme’ desinler ve karı ile kocanın arasını ayıran şeyi insanlar onlardan öğrensinler. Zaten Allah’ın izni olmadıkça onlar kimseye zarar veremezler. (Yahudiler) kendilerine zarar verecek, faydalı olmayacak şeyler öğreniyorlardı. And olsun ki, onu satın alanın âhirette bir nasibinin olmadığını biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları/mahvettikleri şeyin ne kötü olduğunu keşke bilselerdi!”

……………..

BİZE EMREDİLEN NEDİR?

Bana ancak, bu beldenin; onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbine kulluk yapmam emredildi. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa, de ki: “Ben ancak uyarıcılardanım.” (Neml 91-92)

Bu iki ayette üç önemli emir var:

1.Rabbimize kulluk etmek emredilmiştir.

Bize bir tek olan Allah’ı ilah edinmemiz,ona şirk koşmamamız ve yalnız ona ibadet ve dua etmemiz isteniyor.

2. Müslüman olmamız, yani iman sahibi olmamız emredilmiştir.

3.Kuran’ı okumamız emredilmiştir.

Kuran okumak temel bir ibadettir. Allah’ın emridir. İman sahibi olmaktır. Mümin olmaktır.Bizlerin sorumlu olduğumuz tek kaynak Kurandır.Allah bizi ondan sorguya çekecektir…

………….

BİDAT VE ÖLÜYE TELKİN

Peygamberimiz (s.a.) ölüyü gömdükten sonra cemaatin bir süre kabir başından ayrılmayıp istiğfarda bulunmalarını (kendilerinin ve ölünün bağışlanması için Allah’a yalvarmalarını) istemiş ve bunu uygulamıştır. Bugün çok yaygın olarak uygulanan “telkin” ise uydurmadır ve bid’attır. Sünnete uygun telkin, son nefeslerini vermekte olduğu anlaşılan hastanın başında bulunanların ara sıra, hastanın işitebileceği bir sesle “Lâ İlâhe İllallah Muhammed Resulullah” veya “Eşhedü En Lâ İlahe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abduhû ve Resûlüh” demeleridir.
Ne yazık ki, bu iki sünnet terk edilmiş ve bunların yerini, ölüyü gömdükten sonra imamın, kabir başında yaptığı uydurma telkin almıştır.

…………..

LEVH-İ MAHFUZ (ÜMMÜL KİTAP)

6.38-Yerde yürüyen hayvanlar ve kanatlarıyla uçan kuşlar da ancak sizin gibi birer toplulukturlar. Kitap‘da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; onlar sonra Rablerine toplanacaklardır.
6.59- Gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı bilir. Düşen yaprağı, yerin karanlıklarında olan taneyi, yaşı kuruyu ki apaçık Kitap‘tadır ancak O bilir.
10.61- Ne iş yaparsan yap ve sizler ona dair Kuran’dan ne okursanız okuyun; ne yaparsanız yapın; yaptıklarınıza daldığınız anda, mutlaka Biz sizi görürüz. Yerde ve gökte hiçbir zerre Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya daha büyüğü şüphesiz apaçık bir Kitap‘dadır
11.6- Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, canlıları babaların sulbünde kararlaşmış ve anaların rahminde kararlaşmakta iken de bilir. Her şey apaçık bir Kitaptadır.
13.39- Allah dilediğini siler, dilediğini bırakır; Ana Kitap O’nun katındadır.

20.052- Musa: «Onların bilgisi Rabbimin katında yazılıdır. Rabbim şaşırmaz ve unutmaz.» dedi.

22.70-Gökte ve yerde olanı Allah’ın bildiğini bilmez misin? Bunlar hiç şüphesiz Kitap‘dadır ve şüphesiz bunlar Allah’a kolaydır
27.075- Gökte ve yerde gizli hiçbir şey yoktur ki apaçık bir kitapta olmasın.
22.70- Gökte ve yerde olanı Allah’ın bildiğini bilmez misin? Bunlar hiç şüphesiz Kitap‘dadır ve şüphesiz bunlar Allah’a kolaydır

34.3- İnkar edenler: «Kıyamet bize gelmeyecektir» dediler. De ki: «Hayır, öyle değil; görülmeyeni bilen Rabbim’e and olsun ki, o saat size muhakkak gelecektir. Göklerde ve yerde zerre kadar olanlar bile O’nun ilminin dışında değildir. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü de şüphesiz apaçık Kitap‘tadır
35.11- Allah sizi topraktan, sonra nutfeden yaratmış, sonra da sizi çiftler halinde varetmiştir. Dişinin gebe kalması ve doğurması, ancak O’nun bilgisiyledir. Ömrü uzun olanın çok yaşaması ve ömürlerin azalması şüphesiz Kitap‘dadır. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.
36.012- Şüphesiz ölüleri dirilten, işlediklerini ve eserlerini yazan Biziz; herşeyi, apaçık bir kitabda saymışızdır.
43.4- Şüphesiz o, Bizim katımızda Ana Kitap‘ta mevcut, yüce ve hikmet dolu bir Kitap‘dır
50.4- Onlardan kimlerin ölüp toprağa karıştığını biliyoruz. Katımızda her şeyi unutulmaktan koruyan bir kitap vardır
56.77-8 Şüphesiz bu, korunmuş bir kitapta bulunan değerli bir Kur’an’dır.
57.22- Yeryüzüne ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce o, Kitap‘da bulunmasın. Doğrusu bu Allah’a kolaydır.
78.029- Biz de herşeyi yazıp saymışızdır.

Yukardaki ayet meallerinden “kitap ” kavramı hiç bir yerde gönderilen ilahi kitaplar anlamına kullanılmamıştır. Bu ayetlerdeki “kitap ” kavramı “Allah (c.c)’nin ilmi, bilgisi anlamında kullanılmıştır. Buruc Suresi 22. ayetinde “levhi mahfuz” olarak bildirilen bu kitap bildiğimiz kitap kavramına teşbih edilerek Allahın ilminden hiçbirşeyin gizli kalmadığı ,Allah cc nin hiç bir şeyi unutmadığının  hatırlatılması anlamlarında kullanlan bir kavramdır.

Kur’an merkezli düşünmek demek kur’an ayetlerinin bağlamlarını anlayarak , bir kavramın hangi ayette nasıl kullanıldığını bilerek, bir meseleyi kur’an bütünlüğünü gözeterek anlamak  olmalıdır. Kur’anı, bütünlük içinde değilde kendi önkabullerimizi kur’ana tasdik amaçlı  bir okumaya tabi tuttuğumuz zaman bunu yapmakla suçladığımız başka kişilerin durumuna düşmekten kurtulamayız.
Sonuç olarak Enam Suresi 38. ayetini sadece ” biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık” kısmını okuyup ayetin tamamını ve kur’andaki diğer ilgili ayetleri okumadan ” bak kur’anda hiç bir şey eksik değilmiş” şeklinde bir anlayış “kur’an merkezli düşünce” sahibi kişilere yakışan bir tutum değildir. Bu ayetin bu şekilde olmadığını düşünmek “kur’anın eksik olduğu bu eksikliği hadislerin tamamladığı iddiasında bulunmak değildir. Aksine kur’anı bize hidayet , şifa, rahmet kaynağı olarak Allah cc  bu kur’anda hidayet için gerekli her şey mevcuttur. Kur’anı anlamaya aday olan bir müslüman için olmazsa olmazlardan birisi şudurki , kur’anı bir bütünlük içinde okumak,ayetlerin birbiri ile olan bağlantısını kavramak, önkabulleri kafadan atmak, bir kelimenin lugat anlamındamı yoksa ıstılahi anlamdamı kullanıldığını iyi anlamaktır. Bunları göz ardı ederek yapılan bir okuma yukarda örneğini verdiğimiz enam s. 38 ayetini yanlış anlayarak bizlerin, bazı ayetleri ön kabullerimize kurban ederek okumaya sebeb olur.
EN DOĞRUSUNU ALLAH (C.C) BİLİR.

…………

İBLİS VE LİBAS

Ey Ademoğulları,size ayıp yerlerinizi örtecek ve süslenmenizi sağlayacak elbiseler gönderdik.Takva elbisesi bunlardan daha hayırlıdır.Bu Allah’ın ayetlerinden biridir.Ola ki, düşünüp ders alırlar.Ey Ademoğulları,şeytan ana-babanızı elbiselerinden soyundurup ayıp yerlerini meydana çıkararak cennetten çıkardığı gibi sizleri de ayartıp tuzağa düşürmesin.Sizin şeytanı ve adamlarını göremeyeceğiniz yerlerden onlar sizi görürler.Biz şeytanları inanmayanlara dost yaptık.(Araf 26-27)

İki ayet içinde geçen “Libas” kelimesi , “İnsanı çirkinlikten koruyacak örtü” anlamında bir kelimedir.Öyleyse iblise, “bizi çirkinliklerden koruyan elbisemize saldırıp onu yırtmak ve parçalamak isteyen bir varlık” ya da ” insanın takva ile korunması gereken özünü veya nurunu korunmasız bırakmak ve onu karartmak isteyen bir düşman” gözüyle bakabiliriz.

Öncelikle bu olaydan , insanın fıtri yapısının örtünmek gibi bir koruyucuya ihtiyaç duyduğunu anlıyoruz.Adem ile eşinin emri çiğnediği anda çıplak kalmış olmaları , Allah’ın onlara emrettiği koruyucuyu (Şu Ağaca yaklaşmayın emrini) unutmaları sebebiyledir. İblisin oyunlarına gelerek koruyucusuz kalmaları sonra da ayıp yerlerini yapraklarla örtme çabaları bize örtünmenin insanın fıtratında olduğunu gösterir.

İnsanın nurdan yaratılmış bir özü vardır. Bu nur eğer Allah’ın emirlerine ve tavsiyelerine uyularak korunmazsa her defasında yara alır ve etrafa saçtığı ışık azalır , hatta kararır. Yüce Allah onun için kafirlere ölüler demektedir. Çünkü onlar vahiyden yüz çevirip günahlara dalarak korunmamışlar ; işledikleri kocaman günahlar ile her açıdan kendilerini , özlerini veya nurlarını savunmasız bırakmışlar ; şeytanlarda onların savunmasız kalan nurlarını karartmışlardır.

İlginçtir müminler veya cennetlikler ahirette önlerinden ve sağ taraflarından saçtıkları ışıkları ile tanınırlar. Zira onlar dünyada takvaya sarılmışlar ,  vahiyle (nurla) beslenmişler ,  Allah da onların nurlarını artırmıştır.Yüce Allah , bu dünyada “Benim emirlerime uyun” demekle aslında “size vermiş olduğum nuru koruyun ve besleyin” demek istemektedir. Onu koruyan büyük bir saadete ermiştir.Onu koruyamayan ise azabı hak etmiştir. Onun emirlerine uymak içimizdeki nuru besleyip artırırken tam tersine onun emirlere karşı gelmek insanı her yönden çıplak ve korunmasız bırakmaktadır.

Mü’min erkeklerle mü’min kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında koştuğunu göreceğin gün kendilerine şöyle denilir : “Bugün size müjdelenen şey içlerinden ırmaklar akan ebedi olarak kalacağınız cennetlerdir” İşte büyük başarı budur. Münafık erkeklerle münafık kadınların iman edenlere “Bize bakın ki ışığınızdan bizde aydınlanalım” diyecekleri gün kendilerine “Arkanıza (dünyaya) dönün de bir ışık arayın”denilecektir.(Hadid 12-13) 

Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve resulüne iman edin ki size rahmetinden iki kat pay versin , size kendisiyle yürüyeceğiniz bir nur versin ve sizi bağışlasın.(Hadid 28)

Ey iman edenler! Samimi bir tevbe ile Allah’a dönün. umulur ki Rabbiniz sizin kötülüklerinizi örter. Peygamberi ve onunla birlikte iman edenleri utandırmayacağı günde Allah sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere sokar. Onların önlerinden ve sağlarından (amellerinin) nûrları aydınlatıp gider de, «Ey Rabbimiz! Nûrumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla; çünkü sen her şeye kadirsin» derler. (Tahrim 8)

İşte bu yüzden Allah onları o günün fenalığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.(İnsan 11)

Peki neden veya kimden korunacağız? Tabi ki içimizdeki nuru yok etmek isteyen iblis soyundan korunacağız. Nurumuzu saran ve koruyan “takva elbisemizi” yırtıp çıkarmak isteyen şeytanlara karşı korunacağız.

Kendini vahiyden soyutlayarak çıplak kalan insan , artık her tür tehlikeye açık olmakta , korunmak için vahiy harici  koruyuculara sığınmakta , “Cennet yaprağı” olarak teşbih edilen başka koruyucular arama peşine düşmektedir.

………..

DOST VE ARKADAŞ SEÇİMİ

Beraber bulunduğu insandan etkilenmeye ‘şahsiyet transferi’ derler. İnsanda, beraber bulunduklarının karakteri oluşur. Sahabenin büyüklüğü sohbetten gelir. Sohbet laflamak değil, beraberlik demektir. Bu sayede Hz. Peygamber’le bir an bulunan bir mümin, bu şansı yakalayamayan herkesten büyük sayılır. Bu hüküm bir nas değildir ama İslam ümmetinin aldığı umumi terbiyeden çıkan bir edep anlayışıdır.Bu sebeple seçtiğimiz , sohbet ettiğimiz , beraber gezdiğimiz arkadaşlarımıza dikkat etmeliyiz.Zira insan arkadaşının dini üzredir.

……………

KORKULARIMIZ

Müslümanın, sadece Kendisinden korkmasını isteyip, başkalarından korkmasını yasaklayan Rabbimiz (2/Bakara, 40, 41; 3/Âl-i İmran, 175), bu emrine uymayan kimseye çoğu zaman korktuklarını musallat eder ki, Kendisinden başkasından korkmanın cezasını çeksin. İşte tâviz ve uzlaşma, bâtıldan korkmanın sonucu gerçekleştiği için tâvizkâr tutumlar, bir müslümanı, kurtulmak için yılana sarılanın konumuna düşürmektedir. Örnek mi? Onlarca örneği, herkes kendi tecrübeleri ve gözlemlerinden yola çıkarak verebilir. Kur’an’da da buna örnekler az değildir. Meselâ, Hz. Yakub, Yusuf’u oyun için götürmek isteyen hileci kardeşlerine “onu bir kurdun yemesinden korkarım” (12/Yusuf, 13) demişti; Allah da, kurt yemediği halde kurdun yediği gibi bir acıyı ona tattırdı (12/Yusuf, 17-18)

……

ARAPÇA BİLMEMEK

Dilin önemsizliğini iddia eden ve sadece bir meal ile İslam’ın öğrenilebileceğine ilişkin yaklaşımlar hatalıdır. Aynı şekilde Arapça’yı ve Arapça bilmeyi bütün ümmetin, Kur’an okumak ondan yararlanmak isteyen herkesin önüne bir engel olarak koyan yaklaşımlar da yanlıştır. Arapça’yı uzmanlık derecesinde bilen müminlere ihtiyaç duyduğumuz kesindir. Fakat hidayet için Kur’an’a başvurmayan bir uzman, takva ile korunmadan ilahi yol göstericilikten nasip alamayacaktır. Bir kelime ya da ayeti bütünüyle kavrayamamak muttaki bir müminin Kur’an’ın genel mesajını anlayabilmesini engelleyemez. Bir rivayete göre, Hz. Ömer Kureyş lehçesinden olmadığı için Abese Sûresi 31. ayette geçen “ebben” lafzını ilkin anlayamamıştır. Fakat tahkik ve araştırma sonucunda öğrenmiştir. Şüphesiz Hz. Ömer “ebben” lafzının anlamını öğreninceye kadar İslami sorumluluklardan, adaleti ikame ve zulmü engelleme görevinden vazgeçmemiştir.

…………..

SELAM VERMEK VE ALMAK FARZDIR

Selam vermek sünnet almak ise farzdır” anlayışı yanlış bir anlayıştır.Doğrusu şudur : Selam almakta vermekte farzdır.Delilimiz şudur :
 En’âm 54. ayet
 Âyetlerimize iman edenler sana geldikleri zaman, de ki: “Selâm olsun size! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti (merhameti) yazdı…”

…………..

TÜRKİYE’DE DOĞMAKLA MÜSLÜMAN ALMANYA’DA DOĞMAKLA KAFİR OLUNMAZ
Bu anlamda şunu belirtmekte yarar var; kişi Türkiye’de, Pakistan’da, Suudi Arabistan’da, Mısır’da, Azerbaycan ve benzeri ülkelerde doğmakla Müslüman olmaz. Olduğunu zannetse bile o ancak geçici ve körü körüne bir izleyici konumundadır. Dolayısıyla ancak bilinçli tercih yaptığında ve gereğini yerine getirdiğinde gerçek bir Mümin/Müslüman olabilir. Doğma Müslümanlık diye bir şey yok.”Doğma-büyüme İstanbulluyum” der gibi. İnsan doğup aklını kullanma yaşına geldikten sonra Allah vergisi olarak içinde taşıdığı iyi ya da kötü olma yeteneğine göre adeta bir demircinin demiri biçimlendirdiği gibi, kendi hayatını kendisi şekillendirir. Buna kendi yolunu kendisi çizer/yapar da diyebiliriz. İşte bu yol yapımı ve yolda yürüyüşü boyunca Kur’an ile olan ya da olmayan bağı ve ilişkisi onun yönünü, kıblesini belirler. Bu kavşakta onun yön tutması, birinci aşamayı nasıl geçtiğini ve yolunu ne ile sürdüreceğini gösterir; Kur’an’ la ya da Kur’an’ sız…
 
“De ki: “Bana ancak, bu beldenin onu mukaddes kılan ve her şey kendisine ait olan Rabbime kulluk yapmam emredildi. Yine bana, müslümanlardan olmam ve Kur’an’ı okumam emredildi.” Artık kim doğru yola girerse yalnız kendisi için girer. Kim de doğru yoldan saparsa, de ki: “Ben ancak uyarıcılardanım.”(Neml 91-92)
……………

FARKLI RESULLER

“İzzet ve celal sahibi Allah’ın insanlara iki resulü vardır:

1. İçten dışa olan (bâtın) resul,
2.Dıştan içe olan (zâhir) resul.

Bunların birincisi akıl, ikincisi peygamberdir. Hiçbir insan, bâtın resulden gereğince yararlanmayı öne almadan zâhir resule yol bulamaz. Bâtın resul (akıl), zâhir resulün çağrısının sağlık ve geçerliliğini bilmede esastır. Eğer bâtın resul olmazsa zâhir resulün sözünün kanıtlığı ve bağlayıcılığı olmaz. Akıl komutandır, din asker. Akıl olmasa din geçerli ve kalıcı olmaz. Elbette ki, din olmayınca da akıl şaşkın halde kalır. Bu ikisinin birleşip kucaklaşması ise nûr üzerine nûrdur. Nûr Suresi’ndeki ‘nûr üstüne nûr'(24/35) ifadesi işte bunu göstermektedir.” (Râgıb; ez-Zerî’a, 207)

…………..

SEÇ -BEĞEN- AL

Bugün ‘İslam’ adı altında ortada birkaç din var: Ulemanın dini, tarikatların dini, saray sofralarında oluşturulmuş din ve nihayet Kur’an’ın dini. Bu İslamların bugün en az itibar göreni, hatta bazı zeminlerde hiç itibar görmeyeni, ‘Kur’an’ın dini’ yani gerçek İslam’dır. Müslümanların iki yakalarının bir araya gelmemesinin sebebi de işte budur.

………….

İNSANLARIN ÇOĞU İLAHİ VAHYE İMAN ETMEZLER
 
Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar sana vahiyle bildirilen mesajlardır ve sana Rabbin katından indirilenler hakkın tâ kendisidir; ama yine de insanların çoğu buna inanmayacaklardır.” (Ra’d, 13/1)
 
Biz ne kadar çok istersek isteyelim, insanlar bencilliğe, egolarına düşkün olduklarından dolayı, kendilerine sorumluluk yükleyen vahye karşı ilgisiz davranacaklardır. 
 
Maalesef insanlar zamanla nefislerini ilah edinirler ve kazandıkları mal , evlat ,bilgi ve servetleri sebebiyle kendilerini her şeyden müstağni görürler.
 
İnsanların çoğunun iman ederek Allah’ın güvenlik kuşağı altına girmeyi reddetmeleri, kendi görüşlerinin mutlak doğruyu temsil ettiği konusundaki ısrarları yani kötü huyları yüzündendir. Çünkü çok tartışmacıdırlar, cedele düşkündürler.Haksız da olsalar kendi sözlerinin dinlenmesini isterler.Kendi haklılıklarının ilan edilmesini, hak etmedikleri halde aşırı ilgi ve itibar görmeyi insanlar severler. 
…………….
 
NEDEN ŞİRK KOŞAR VE BİR OLAN ALLAH’A İMAN ETMEZLER?
 
Müşriklerin çoğunluğunun iman etmeye yanaşmamasının sebebi; yeryüzünün hâkimiyetini Allah’a bırakmak istememeleri, istedikleri gibi, sorumsuzca talan etme istekleridir. Müşrikler Allah’a yerin hâkimiyeti hakkını tanımadıkları için kendileri için kullandıkları “RAB” sıfatını O’na vermek istemezler. Çünkü Rabbimizin yeryüzüyle, yeryüzünde kurulan beşeri düzenlerle irtibatını koparmak, zalimlerin işine gelir. Akıllarınca kendi egemenlikleri üzerinde egemenlik tanımamakta, başına buyruk ve diledikleri gibi sömürmenin önündeki barikatı kaldırmış olmaktadırlar. Bütün hâkimlerin üzerinde bir hâkim, bütün egemenlerin üzerinde bir egemen kabul eden tevhid inancına sahip olan bir mü’minin yeryüzünde sorumsuzca hareket etmesi, zalimlik yapması, sömürü düzenleri kurması mümkün değildir. Bu ancak ve ancak tevhid inancından kopmakla, yani şirkle mümkün olabilir.
…………..

ANLAMI DARALTILAN KAVRAMLARDAN BİRİ : ZEKAT

ZEKAT ARINMAK VE TEMİZLENMEKTİR.FARZ OLAN SADAKA VERMEKTİR.İNSAN SADAKALARINI , VERİLMESİ GEREKEN YERLERE VEREREK ZEKATA YANİ ARINMIŞLIĞA ULAŞIR.

Mevdudi der ki;

“Zekat” kelimesi arınma ve gelişme, büyüme, bir şeyin düzenli olarak artması ve herhangi bir engelle karşılaşmadan büyümesine yardım etmek anlamındadır.İslâmi bir kavram olarak, hem serveti arındırmak için ondan alınan pay ve hem de bizzat arındırma eylemini ifade eder. Mü’minun suresi 4.ayetin (zekat kelimesi geçer) anlamı da , “Mümin sürekli arınma içindedir” şeklindedir. Bu yüzden anlam, yalnızca teknik anlamda “zekat” vermekle sınırlı olmayıp, ahlâk, mal-mülk, servet ve genelde tüm yaşayış açısından sürekli nefsi arınma halinde olmayı kapsar. Ayrıca, söz konusu edilen, kişinin yalnızca kendi nefsini ‘arındırması’ değil, başkalarını da arındırmaya çalışmasıdır. O halde, ayetin anlamı şöyle olmaktadır: “Müminler kendilerini ve aynı zamanda başkalarını arındıranlardır.”

Aynı durum Kur’an’ın başka yerlerinde de ifade edilmektedir: “Andolsun, arınan ve Rabbinin ismini zikredip namaz kılan felah buldu” (A’la: 14-15) “Andolsun, nefsini arıtan felah buldu ve andolsun onu gömen kaybetti” (Şems: 9-10). Şu kadar ki buradaki ayet , hem kişinin kendisinin, hem de toplumun arınmasını vurguladığından anlam açısından daha kapsamlıdır.”

“Sadakalar; Allah’tan bir farz olarak yalnızca şunlar içindir: Yoksullar, düşkünler, görevli olanlar, kalpleri ısındırılacaklar, özgürlüğünü kaybetmişler, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah bilendir, hakimdir.”

Kuran’daki birçok ayette mallarımızdan sarf etmemiz gerektiği üzerinde durulmuştur.Bu sarf etme de infak ve sadaka gibi kavramlarla ifade edilmiştir.Kuran’da birçok ayette anlatılan bu ibadet, dinimize göre en temel vazifelerimizden biridir.

Kuran’da geçen “infak” kelimesinin Türkçe karşılığı “harcamak, sahip olunan mallardan vermek”tir. Kuran’da geçen bu kelime Türkçe’deki harcama kelimesi gibi hem Allah yolunda harcamayı, hem de bunun dışındaki harcamayı ifade edebilir.Genelde Allah yolunda harcamayı ifade etmek için kullanılmış olan bu kelime, Allah yolundan alıkoymak için yapılan harcamalar için de kullanılmıştır. (Enfal Suresi 36)

Oysa “sadaka” kelimesi hep “Allah yolunda harcamalar” manasında kullanılır. Zira “sadaka” kelimesi kökünde “doğrulama” manasına sahiptir. Allah yolunda yapılan harcamaların, Allah’ın hükümlerine inanmanın ve bu hükümleri doğrulamanın bir sonucu olması, “sadaka” kelimesinin bu kökten türemesine sebep olmuştur.

“Zekat” kelimesi ise “temizlenme” manası taşır. Kuran’da “zekat” kelimesi “sahip olunan değerlerden başkalarına vererek temizlenme” manasında kullanılır. Nitekim Tevbe Suresi 103. ayette “sadaka vermenin”, “temizlenme” yani “zekat” olduğunu anlayabiliriz.Kısacası insan sadaka vererek zekata yani temizliğe ulaşmış olur. Biz bunları söyleyince insanlar hep “Şimdi islamda zekat vermek yok mu?” diye itiraz ediyorlar. Biz de diyoruz ki : ” Senin zekat dediğine biz sadaka diyoruz.Çünkü Allah öyle diyor.Verilecek sadakaya üst bir sınır da çizmiyor ve herkesin kendi üst sınırını kendisinin bileceğini söylüyoruz.Sadaka verince de ister mal yönünden ister başka yönlerden zekata ulaşmış ve temizlenmiş oluyorsun.” diyoruz.

“Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.” (Bakara 219)

Evlerinizde sessizce oturun, eski cahiliye günlerindeki gibi cazibenizi sergilemeyin; namazlarınızda dikkatli ve devamlı olun, zekatı verin (arındırıcı yükümlülüklerinizi ifa edin) Allah’a ve Elçisi’ne itaat edin. Ey (Peygamber’in) ev halkı, Allah sizden yalnızca çirkinlikleri gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.(Ahzab 33)

Onlar bilmiyorlar mı ki, gerçekten Allah kullarından tevbeleri kabul edecek ve sadakaları alacak olan O’dur. Şüphesiz Allah o, Tevvab’dır, Rahîm’dir. (Tevbe 104)

Sadakalar konusunda, mü’minlerden ek bağışlarda bulunanlarla emeklerinden başkasını bulamayanları yadırgayarak bunlarla alay edenler; Allah (asıl) onları alay konusu kılmıştır ve onlar için de acıklı bir azab vardır. (Tevbe 79)

İçlerinde (topladığın) sadakalar hakkında sana tariz edenler de var. Eğer o sadakalardan kendilerine verilmişse hoşnut olurlar, verilmemişse hemen kızarlar.(Tevbe 58)

 

ŞEYTAN DA O GÜNKÜ İMTİHANINA KADAR BİR MELEKTİ

Allah Teâlâ bir ayette insanları da cinleri de kendisine kulluk etsinler diye yarattığını bildirmiş (Zâriyât, 51/56), başka bir ayette de şöyle buyurmuştur:

“Mesih (İsa) Allah’a kul olmaktan geri durmaz. Mukarreb melekler de öyle. Kim ona kulluktan geri durur da büyüklük taslarsa taslasın Allah onların hepsini huzuruna toplayacaktır.

İnanan ve iyi işler yapanlara hem ücretlerini tastamam verecek hem de ikramda bulunacaktır. Kul olmayı kendine yakıştıramayıp büyüklük taslayanları da elem verici bir azaba çarptıracaktır. Onlar kendileri için, Allah ile aralarına girecek ne bir dost ne de yardımcı bulacaklardır.”  (Nisâ, 4/172-173)

Allah’a kul olmak, meleklerin de görevidir. Onlardan “mukarreb” olanlar yani Allah’ın kendine yakın saydıkları, Allah’a kulluktan geri durmazlar. Ama ayetin devamından da anlaşılacağı gibi bunlar da dahil olmak üzere, her kim Allah’a kul olmayı kendine yakıştıramayıp büyüklük taslarsa o, elem verici bir azaba çarptırılacaktır.

İblis’in yoldan çıkması böyle olmuştur. Bakara suresi 30 ve 32. ayetlerde o da diğer meleklerle birlikte Allah’a kul olma konusunda tam bir teslimiyet gösterdiği halde ne zaman ki Âdem’e secde etmek ile imtihan edilmiş, işte o anda ona secdeyi kendine yakıştıramayıp büyüklük taslamış ve neticede kafir olmuştu (Bakara, 2/34).

Şu ayet, bütün meleklerin “cin” olduğunu açıkça göstermektedir:

“Bir gün meleklere: ‘Âdem’e secde edin’ demiştik. Onlar hemen secdeye kapandılar; ama İblis onu yapmadı. O da o cinlerden (görünmez varlıklardan) idi(veya oldu); ama Rabbinin emrinden çıktı. Şimdi onu ve onun soyunu sizinle benim aramda dostlar olarak mı tutuyorsunuz? Hâlbuki o size düşmandır. Yanlış yapanlar için ne kötü bir değiş tokuştur bu!” (Kehf, 18/50)

Yukarıdaki ayetin “…o da cinlerden (görünmez varlıklardan idi ama Rabbinin emrinden çıktı” ifadesi, diğer cinlerin emirden çıkmadığını gösterir. İşte Allah’ın emrinde çıkmayanlar da meleklerdir.

Cinlerin ateşten yaratılması, meleklerin de ateşten yaratılması demektir. Dikkat edilirse Kur’an’da meleklerin neden/hangi maddesen yaratıldığına dair herhangi bir ayet yer almaz. Ama meleklerle cinlerin aynı olduğuna dair çok sayıda ayet bulunur.

…………….

 KADER VE AL-İ İMRAN 45.AYET

Âl-i İmrân 45 ve 46. âyetler şöyledir:

“Bir gün melekler Meryem’e dedi ki: Meryem, Allah sana kendi “Söz”ünü müjdeliyor. Adı Mesih’tir; Meryem’in oğlu İsa. O, Dünyada da ahirette de itibarlı ve Allah’a yakın kişilerden olacaktır. Hem beşikte hem yetişkin çağda insanlara hitap edecek ve iyilerden olacaktır.”

Allah Teala her insanı, böyle iyilerden olsun diye yaratmış; ama yanlış yapanların değerini düşürmüştür. Tîn Suresi şöyledir:

1) İncire ve zeytine,

2) Sina dağına,

3) Bir de şu güvenli şehre yemin olsun ki,

4) Biz insanı en güzel hasletlerle yarattık.

5) Sonra onu aşağıların en aşağısına çevirdik.

6) İman edip iyi işler yapmış olanlar farklıdır; oları bitmez tükenmez bir ödül beklemektedir.

7) Ey insan, bu din karşısında seni yalana sürükleyen nedir?

8) En doğru karar, Allah’ın kararı değil midir?

Her insana yapılan uyarı, İsa aleyhisselama ve bütün nebilere de yapılmıştır:

“(Ya Muhammed) De ki: ‘Ey cahiller! Allah’tan baş­kasına kulluk etmemi mi istiyorsunuz?’

Sana da senden önceki elçilere de şu mu­hak­kak vahyedil­miştir: ‘Eğer şirke düşersen yaptıkların yanar gider ve sen, kaybeden­lerden olursun.’

Hayır; yalnız Allah’a kulluk et ve şükreden­ler­den ol.

Bunlar Allah’ı gereği gibi değer­lendiremediler. Oysa kıyamet günü, bütün yer­yüzü onun avucunda, gökler de sa­ğında dürülü olacaktır. O, ortak koştuk­larından uzak ve yücedir.”  (Zümer, 39/64-67)

“Unutma ki, bütün nebilerden söz aldık. Senden, Nuh’dan, İbrahim’den, Musa’dan, Meryem oğlu İsa’dan… Her birinden sağlam söz aldık.

Bunu, doğrulara doğruluklarını sormak için yaptık. Görmezlikten gelenlere de acıklı azap hazırladık.” (Ahzâb, 33/7-8)

İsa aleyhisselam daha önce vefat ettiği için Kur’an’da onunla ilgili övücü nitelemeler vardır. Kur’an inerken Muhammed aleyhisselam hayatta olduğu için onun aşağıdaki sözlerini ve daha sonra gelen ayeti iyi anlamak gerekir:

Ensar’dan Ümmü’l-Alâ diyor ki: Muhacirlere kura çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evlerimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yı­kandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi.  Muhammed sallal­lahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki: ‘Ebu’s-Sâib!Allah sana rahmet eylesin. Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim.’ Bunun üzerine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle dedi: ‘Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?’ Dedim ki, ‘Babam sana kur­ban ey Allah’ın Elçisi, Allah ya kime ikram eder?’ Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bu­yurdu ki: ‘Evet, ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşıla­na­cağımı vallahi bilmiyorum.’

Ümmü’l-Alâ dedi ki: Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem.”

Bir âyet şöyledir:

“De ki: ‘Ben elçilerin ilki değilim; bana ve size ne yapılacağını bilmem. Ben sadece bana vahyolunana uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkâf, 46/9)

……………

HİDAYET VE DALALET

İbrahim suresi 4. ayet ve bu ayete bizim verdiğimiz meal şöyledir:

وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ

“Biz, her resulü kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, sapıklığı tercih edeni sapık sayar, hidayeti tercih edeni de yoluna kabul eder. Güçlü olan o, doğru karar veren odur.” (İbrahim, 14/4)

Ayete İmam Mâturîdî’nin de aynı meali verdiğini büyük bir memnuniyetle tespit ettik. Hicri 333 (miladi: 944) yılında vefat etmiş olan Mâturîdî’nin İbrahim suresi 4. ayeti ile ilgili tefsiri şöyledir:

لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ :  أي يضلُّ اللّهُ مَن آثر سبب الضلال و يهدي مَن آثر سبب الذي به يهتدي ، يهدي ذلك. وقال قائلون: فيضلُّ اللّهُ مَن يَشَاء وَيَهْدِي مَن يَشَاء، هذا حكم الله أن يضل المكذبين و يهدي المصدقين. لكن الوجه فيه ما ذكرنا بدءً أنه يضل من آثر سبب الضلال ويهدي من يشاء، أي من آثر سبب الإهتداء.

“Allah, dalalet yolunu tercih edeni saptırır, hidayet yolunu tercih edeni de hidayete erdirir. Bazıları (فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ) ayeti için “Bu, Allah’ın tekzip edenleri saptırması, tasdik edenleri de hidayete erdirmesine dair hükmüdür” demişlerdir. Fakat doğrusu, bizim dediğimizdir. Yani Allah, dalalet sebebini (yolunu) tercih edeni saptırır, hidayet sebebini (yolunu) tercih edeni de hidayete erdirir.” (Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed el-Mâturîdî, Te’vîlâtü’l-Kur’ân, Thk: Hatice Boynukalın, Dâru’l-Mîzân, İstanbul, 2006, c: 7, s: 458.)

Hicri 425 yılında vefat etmiş olan Râgıp el-İsfehânî, bu ayet başta olmak üzere birçok ayette geçen “şâe” (شاء) fiiline birçok kelam âliminin “erâde” (اراد) yani istedi manası verdiklerini söylemiştir. (Bkz: Râgıp el-İsfehânî, el-Müfredât, ş-y-e mad) Demek ki, 333. yılında vefat eden ve bir kelamcı olan İmam Mâturîdî, Râgıp’ın bahsettiği kelamcılardan değilmiş. Fakat daha sonra gelen Mâturîdî kelamcılarının, İmam Mâturîdî’nin aksine bu kelimeye “irâde” yani “isteme” manası vermeleri gerçekten çok şaşırtıcı ve ibret vericidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nca yayınlanan Kur’an mealinde ayete verilen anlam şöyledir:

 “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

Diyanet Vakfı’nın ayete verdiği meal ise şöyledir:

“(Allah’ın emirlerini) onlara iyice açıklasın diye her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik. Artık Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. Çünkü O, güç ve hikmet sahibidir.”

Yine Diyanet’in çıkardığı Kur’an Yolu Tefsiri’nde ayete şöyle meal verilmiştir:

“İstisnasız her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açık açık anlatsın; bundan sonra Allah dilediğini sapkınlık içerisinde bırakır, dilediğini de doğru yola iletir. O, güçlüdür, hikmet sahibidir.”

Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meali de şöyledir:

“Ve biz her gönderdiğimiz Resul’ü ancak bulunduğu kavminin diliyle gönderdik ki onlara iyi beyan etsin sonra da Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini de hidayete erdirir, ve öyle Aziz Hakim O.”

Allah dilediğini yola getirip dilediğini saptıracaksa neden elçi göndersin? Bu durumda elçinin, o toplumun dili ile açıklama yapmasının ne anlamı olur? Böyle anlamsız bir iş “doğru karar veren” Allah’a yakıştırılabilir mi? İçinde ciddi çelişkiler olan ifadeler, Allah’ın sözü olabilir mi?

Hanefiler kendilerini Mâturîdî mezhebine mensup sayarlar. Görüldüğü gibi tarih içinde mezheplerin, ciddi anlamda ana çizgiden uzaklaştırılması Kur’ân meallerini bile anlamsız hale getirebilmiştir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki Cenab-ı Hak elbette dileyene hidayeti , dileyene saadeti dileyene de sapıklığı ve delaleti verecektir.

Şunu da ekleyelim de konu tam bir olgunluğa erişsin : ” O sonsuz ilmiyle insanların kalplerine hakimdir ve niyetlerini bilir. Onların özlerine , temizlik ve kirliliklerine vakıftır. O her işini hikmet ile yapar. Öyleyse O , her insanın içini biliyor ve tertemiz düşüncelerinden dolayı ona hidayeti yani “doğru istikameti” gösteriyorsa kim buna “Hayır bu haksızlık!” diyebilir.Ya da kendi tercih , bilinç , emek ve gayretiyle sapıklığı tercih eden sonra da bu tercihinde aşırıya giden ve bu aşırılıktan da zevk alan birine dalaleti gösteriyorsa kim buna ” Hayır bu adaletsizliktir!” diyebilir. Bu davranış zaten imtihanın gereği değil midir? Allah , kim neyi hak ediyor , kim neyi  istiyorsa ona onu ulaştırandır. Dünyayı isteyene dünyayı , ahireti isteyene ahireti verendir…

…………….

SALİH ALEYHİSSELAM’IN ALLAH’IN DEVESİ (NAGATALLAH) MUCİZESİNİ DAHA BASİT BİR YAKLAŞIMLA ELE ALMAK

Görüldüğü gibi AYETLERLE verilen mesajda “Allah’ın devesi” (nagatallah) tabiri, hemen sonraki cümlede“Allah’ın arzı/yeryüzü” (arzillah) tabiri ile adeta tefsir ediliyor.

Ve denmek isteniyor ki: “Siz sahipsiz bulduğu her şeyi talan eden, siyasi ve askeri gücüne güvenerek, yeryüzünde hiç kimsenin size karşı koyamayacağını sanan, despotik, saldırgan ve işgalci bir güçsünüz. Sahipsiz ve savunmasız bulduğunuz ülkelerin yer altı ve yerüstü kaynaklarına; petrollerine, doğalgaz yataklarına büyük bir iştah ve ihtirasla saldırıyorsunuz. Bunun için ülkeler işgal ediyor, dünya savaşları çıkarıyorsunuz. İşgal ettiğiniz sahipsiz ülkelerin kimsesiz çocuklarını toplayıp götürüyor, fuhuş mafyasında kullanıyor, organlarını satıyor, insan ticareti yapıyor, kâşanelerinizde köle ve hizmetçi olarak, fabrikalarınızda da ucuz işçi olarak çalıştırıyorsunuz…

Size bu işlerden vazgeçtiğinizin göstergesi/işareti olması için son çağrı; işte şu Allah’ın devesi… Allah’ın arzına salıyorum. Ona “nasıl olsa sahibi yok, kimsesiz” diye sakın saldırmayın. Sahipsiz ve kimsesiz olsa da hakkına riayet edin, ona saygı gösterin. Bırakın Allah’ın arzında otlasın. Kendi develerinizle sırayla aynı sudan içsin…

Unutmayın ki yeryüzünde sahipsiz ve kimsesiz sandığınız her ne şey varsa işte o Allah’ın devesi (nagâtallah) tır; hava, su, petrol, doğalgaz, ağaçlar, bitkiler, ormanlar, çevre, kimsesiz çocuklar, garipler, ihtiyarlar, zayıflar, güçsüzler…

Bunlara dokunmayın, ele geçirmeye çalışmayın, köleleştirmeyin, sömürgeleştirmeyin, saldırmayın, talan etmeyin, küstahlaşmayın, hakkınıza razı olun…

…………….

SÜNNET KURANDAN BAŞKA NE OLABİLİR Kİ!

8 Hazirana rastlayan Rebiülevvel ayının Pazartesi günü vakit seher vakti idi.Tatlı mı tatlı ılık bir rüzgar esiyordu.Peygamber Aleyhisselam hastalığının hafiflediğini hissetti.Sabah namazı için mescide çıktı.Ebubekir ‘in arkasında cemaat oldu.Oturduğu yerden namazını tamamladı.Namaz sonrası Ashabına dönerek şöyle dedi:

“Ben Kuran’ın helal kıldığını helal , haram kıldığını haram kıldım…”

…………
 
PEYGAMBERLER GAYBI BİLSEYDİ RESULULLAH BU LAFI SÖYLER MİYDİ?
Hicretin dokuzuncu senesi…Çölün her tarafından müslüman olmak için akın akın heyetler geliyor. Gelen heyetlerden biri de Yemame heyetidir.Bu heyetin içinde daha sonraları peygamberliğini ilan edecek bir adam var : Müseylemetül Kezzap!
Heyet Medine ‘ de Peygamberimizle görüşürken Müseylime de arkadaşlarının eşyalarını ve hayvanlarını bekliyor. Peygamberimiz onun işinden dolayı şöyle diyor : ” O aranızda kötü bir adam değil…”  (Hazreti Muhammed ve Hayatı , Ali Himmet Berki-Osman Keskioğlu, DİB Yayınları Sayfa 427) Müseylime de sonraları peygamberliğini ilan edince Peygamberimizin söylediği bu sözü  bahane olarak kullanacaktır…
……………..
 İSTEK VE HÜKÜM

Hûd suresinin 34. âyeti ve tarafımızdan yapılan meali şöyledir:

وَلاَ يَنفَعُكُمْنُصْحِي إِنْ أَرَدتُّ أَنْ أَنصَحَ لَكُمْ إِن كَانَ اللّهُ يُرِيدُ أَن يُغْوِيَكُمْهُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ

“Sizin iyiliğiniz için ne kadar gayret edersem edeyim, Allah yoldan çıkışınızı onaylamışsa bu gayretlerimin size bir faydası olmaz. O, sizin Rabbinizdir. Onun huzurunu çıkarılacaksınız.”

Buradaki “irade” fiili Yasin suresinin son ayetinde bahsedilen irade-i tekviniyye kısmına girer. O ayette Allah Teala şöyle buyurmuştur:

إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ

“Bir şeyi irade ettiğinde yaptığı, sadece ona “ol” demektir; sonra o şey oluşur.” (Yasin 36/82)

Buna göre irade ikiye ayrılır; birincisi “istek”, ikincisi “kararlılık” yani “hüküm”dür.

Şu âyet, Allah’ın “istek” anlamındaki iradesini gösterir.

وَاللَّهُ يُرِيدُ أَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَنْ تَمِيلُوا مَيْلًا عَظِيمًا

“Allah sizin tevbenizi kabul etmek ister; arzularının peşine takılanlar da büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.”(Nisa 4/27)

Allah’ın istek anlamındaki iradesi yerine gelmeyebilir. Ama karar yani hüküm anlamındaki iradesi kesin olarak yerine gelir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ

“Senin rabbin irade ettiği şeyi yapar.” (Hûd 11/107)

……………….

İLGİNÇ BİR BAKIŞ
Mezopotamya’ya bakıldığında bu insanlara ait deliller fazlasıyla bulunur. Ama insanlar inançlarına göre bunları göz ardı etmekte, uçuk şeyleri delil olarak sunmakta, bazı delilleri göz ardı etmektedir. Gerçek; tüm yönleriyle ele alındığında gerçektir. Yarım gerçek yalanın ta kendisidir. Naramsin’deki sin ay anlamındadır ve direkt ay tanrısı olarak çevrilmesi hatalı bir yaklaşım olarak düşünüyorum. Sin , Akatça’da 2 sayısını da ifade eder. Aramsin yani iki aram kelimesinin tek başına boynuzu ifade ettiği kanaatindeyim. N ön eki de iyelik eki olduğundan, Naramsin’nin anlamının iki boynuzlu olması olasılığı göz önünde bulundurulmalıdır. Kuran’da geçen Zülkarneyn adının anlamı da iki boynuzlu demektir. Zülkarneyn’nin batıya yönelip bir kenti alıp orayı tahrip etmesi anlatılır. Naramsin’de batıda Ebla kentini alarak tahrip etmiştir. Zülkarneyn uzak bölgelere sefere çıkmıştır. Aynı şekilde Naramsin’de  uzak bölgelere sefere çıkmıştır. Naramsin’in kral peygamberlere bir örnek olabileceğini düşünüyorum. Benzerlikler nedense göz ardı ediliyor.
Aynı şekilde Asur Kralı Adad Ninari 1 ile Kral Davud arasındaki benzerliklerde göz ardı edilmekte. Adad veya diğer bir okunuş tarzıyla Hadad şimşek tanrısının ismidir deniliyor ve Asurlar’da bu tanrıya ait tapınağın bulunmadığı da ekleniyor. Adad adında bir tanrıya tapıldığı doğru ve tapınağı Halep’te bulunmaktaydı. Hadad kelimesi kükreme, gür sesi manasındadır. Ayrıca Asurca, Arapça gibi semitik bir dildir ve Arapçadaki demir anlamına gelen hadid kelimesiyle hadad kelimesi aynı köktendir. Adad Ninari 1’in yaşadığı yüzyıl ile demir çağının başladığı yüzyıl aynıdır. Adad Ninari 1, Mitaniler’e karşı bağımsızlık savaşı vermiştir. Mitani hükümdarlarının lakabı Hani- Golbat’tır. Kral Davud’un hikayesine bakılırsa, gür sesli olduğu, demiri kolayca işlediği, bağımsızlık savaşında Calut’u öldürdüğü görülür. Asurluların Mitanilere karşı bu üstünlüğünün demir silah kullanımına bağlı olduğunu düşünüyorum. Arapçadaki Calut, İbranicede Golyat’tır. İbranicede c harfi bulunmaz ve yerine g harfi kullanılır. Arapcadaki mecücün İbranicede magog diye yazılması gibi. Golyat, Calut, Golbat kelimelerinin kökü bakımından benzer olup, bu kişilerin aynı olması göz ardı edilmemelidir.
Adad Ninarinin oğlu Salman Assared ile Kral Süleyman arasındaki benzerliklerde oldukça fazladır. Assared kral manasına gelir. Dolayısıyla Kral Salman manasındadır. Semitik dillerde sesli harflerin yazılmadığı, Arapça, Akadca ve İbranice’nin semitik dil olduğu göz önüne alınırsa, Arapçadaki Süleyman, Asurcadaki Salman, İbranicedeki Solomon isimlerinin aynı kökten türemiş kelimeler olduğu görülür. Kuran Arapçasında “vav” ve “ye” harfleri uzatma harfi olarakta kullanıldığını bilirsek 3 dildede yazılım slmn şeklinde olur ve büyük ihtimalle bu 3 kişi aynı kişidir (adad ile davud isimlerindede kullanılabilir: dd şeklinde). Ayrıca Kral Süleyman’da Kral Salman gibi geniş bir krallık kurmuştur. Babaları olan krallarda birbiriyle uyumludur.
 
…………………
 ADEM VE BEŞER

Beşer dediğimiz insanlar ilk yaratılışta içinde Adem ve eşinin de bulunduğu 4 çift yani sekiz kişiden oluşan bir gruptu. Adem dediğimiz kişi de bir beşerdi. Ancak onun diğerlerinden bir farkı vardı.O seçilmişti ve isimler öğretilmişti.Allah meleklere beşere secde emri verdiğinde içlerinde Adem’de vardı.Dolayısıyla secde hem Adem’e hem beşere yapılmıştı.Böylece bazı ayetlerdeki “Adem’e secde edin” veya “Beşer yaratacağım.Onu şekillendirip ruhumdan üflediğimde ona secde edin“gibi farklı görülen emirlerin de aynı şeyi anlattığını anlamış oluyoruz.Yani Adem’e secde , grup içindeki özel bir duruma ; beşere secde ise Adem’i de kapsayan genel bir durumu anlatmaktadır. Meleklerin emre itaatinden, iblisin ise isyanından sonra beşer cennetten yeryüzüne yayılmış ; Adem ve eşi ise Allah’ın emri ile cennette kalmıştır.Ta ki şeytan onları kandırıncaya dek! Şeytan onları kandırıp da Allahın cezası gereği beşerin arasına gönderilince  seçilmiş olan, isimleri bilen Adem Aleyhisselam  beşerin gelişmesinde medeniyetlerin kurulmasında doğru ve yanlışın ayırt edilmesinde önder olmuştur.Bir anlamda beşer ile Adem arasındaki farkta ortaya çıkmış olur : “Fark biyolojik değil bilgi farklılığıdır.Zira Adem seçilmiştir ve isimler öğretilmiştir. Kısaca söylemek gerekirse Allah Resulleri aracılığı ile insanlara vahyini göndermeseydi insanlık değerler üretemez aksine tüm değerleri tüketir ve yok oluşunu hazırlardı.Hep beşer dediğimiz o ilk hale dönmeye kalkar ; kan döken , sürekli tüketen ve üretmeyen bir hal alırdı.Bize isimlerin öğretildiği Adem’i gönderen;onunla beraber bizlere hakkı öğreten Yüce Allah’a hamd olsun…

………….

“KEVSER” İLE İLGİLİ BİRKAÇ SÖZ

Tarihi arka-plana bakıldığında, o zamanki şartlar gözönüne alınırsa, düşman, Muhammed Aleyhisselam’ın her bakımdan kötü durumda olduğunu zannediyordu. Onlara göre Rasulullah kavminden kesilmekle çaresiz kalmış, ticareti mahvolmuş, ismini devam ettirebilecek erkek çocuğu ölmüş, yanında sayılı birkaç kişiden başkası yer almamış, değil Mekke’de, bütün Arabistan’da kulak asılmayan bir dava edinmişti. Onun için Kureyşlilere göre Rasulullah’ın kaderi, bu davada başarısız olacağı ve öldükten sonra da Onu hatırlayan kalmayacağıydı. Düşününüz ki bu şartlar altında Allah (c.c.) tarafından “Biz sana Kevser verdik” buyurulmuştur. Kevser,”sonu gelmeyen nimet” demektir. Bunun içine nübüvvet, Kur’an, ilim ve hikmet gibi büyük nimetler de girer. Bu, tevhid ve hayat nizamının nimetine de şamildir. Bu nimet, herkesin anlayacağı, akıl ve fıtrata uygun, bütün dünyaya yayılabilecek özellikteki evrensel usulleri içerir ve sürekli yayılmaya devam edecektir.

………

HESAP SORULMA MESELESİ

Aişe’den rivayet edilen şöyle bir hadisi nakletmişlerdir. “Her kimden hesap sorulduğunda vay onun haline!” Hz. Aişe (r.a) Rasulullah’a şöyle dedi: Ya Rasulallah! Allah, kimin eline defteri sağdan verilirse onun hesabı kolay olacaktır” demiyor mu? Hz. Peygamber (s.a): “Onun sadece hesabı görülecektir. Öyle uzun uzun soruşturulmayacaktır.”  buyurdu. Diğer bir rivayete göre Hz. Aişe şöyle der: “Bir defasında Rasulullah’ı namazda şöyle dua ederken duydum: “Yarabbi! Hesabım kolay olsun!” Selam verdikten sonra, ona bu duanın anlamını sordum. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: “Kolay hesap kulun hesabının hemen görülmesi ve affedilmesidir. Ya Aişe! Her kimden hesap sorulduysa o helâk oldu.”

…………

ZAMAN

İnsan ölümünden sonra İlliyyun veya Siccin’de ruh halinde yaşar ve orada zamanın bir anlamı yoktur. Kıyamet günü kaldırıldığı zaman kendisini uykudan kalkmış gibi hissedeceği için, binlerce yıl geçmiş olsa da, bunu anlamayacaktır. Tıpkı akşam yatıp sabah kalktığımızda 7-8 saatin nasıl geçtiğini anlayamadığımız gibi…

…………

DÜŞÜNÜLMEYE DEĞER BİR KONU

Ki ben ona, alabildiğine geniş kapsamlı bir servet verdim. Göz önünde-hazır çocuklar verdim. Ve önüne sayısız imkan ve fırsatları döşeyip-serdim. Sonra, daha da arttırmam için tamah eder, doyumsuz istekte bulunur. Hayır; çünkü o, bizim ayetlerimize karşı ‘kesin bir inatçıdır.Onu alabildiğine sarp bir yokuşa sardırıp-süreceğim. Çünkü o, düşündü ve bir ölçü tespit etti.Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu? Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı. Böylece: “Bu, yalnızca ‘aktarılarak öğrenilen’ bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir.” Onu ben, cehenneme sürükleyip-atacağım.

Şimdi bir beyin fırtınası gerçekleştirelim ve soralım ” Bu ayetleri indiren Cenab-ı Hakk, rivayetlere dayanarak Velid bin Muğire olduğunu söyleyebileceğimiz bu kişiye tüm bu saydıklarını neden verdi? Klasik kader anlayışımıza göre Velid bin Muğire’nin böyle bir insan olacağını zaten bu olaylar yaşanmadan önce ezelde böyle takdir eden kendisi değil miydi?

Ben bu soruyu sormuştum ve konuyu araştırıyordum ki aynı soruyu Musa Aleyhisselam ‘ın da sorduğunu gördüm: “Yûnus 88. ayet Musa, şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine, dünya hayatında nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptırsınlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onların mallarını silip süpür ve kalplerine darlık ver, çünkü onlar elem dolu azabı görünceye kadar iman etmezler.”

Allah’ın insanı “özgür bir benlik olsun diye” yarattığını kabul etmeyen koyu kaderci kişilikler , düşünün biraz! Elbette yaratırken Allah’ın kendince ilkeleri , ölçüleri ve müdahaleleri vardır ve olacaktır ancak şunu göz ardı edemeyiz :”Allah her an bir iş ve oluştadır ve yarattığı her şey ilk kez yaratılmaktadır ve canlıların amellerine , istek , niyet ve gayretlere göre yaratılmaktadır.İnsanoğlu , imtihanını etkileyecek her şeyde tamamen özgür bırakılmıştır.Onun nasıl davranacağı önceden belirlenmiş değildir.

…………….

CEHENNEMİN BEKÇİLERİNİ KENDİ BEYNİ GİBİ KÜÇÜK ZANNEDENLER

Bir zamanlar Kureyşlilerin bir kısmı  Allah Rasulü’nden cehennemin bekçilerinin on dokuz tane olacağını duymuşlar ve bununla alay etmeye başlamışlardı. “Hem bize Adem’den kıyamete kadar dünyada ne kadar inkarcı ve büyük günah işlemiş insan geçmişse hepsi cehenneme atılacak diyor, hem de cehenneme dolacak bunca insana azap vermek için sadece on dokuz görevli bulunacakmış” diyerek Kureyş’in ileri gelenleri dalga geçmeye başladılar.

Ebu Cehil; “Arkadaşlar! Onar onar cehennemdeki bir askerin üstesinden gelemeyecek kadar aciz miyiz?” dedi. Bunun üzerine Cumha oğullarından bir pehlivan “On yedisini tek başıma hallederim, geriye kalan ikisini de artık siz hep beraber hallediverirsiniz” diye alay etmişti.

Ey o zamanın veya şimdiki zamanın küçük düşünen küçük beyinlileri!

Meleklerin güç ve kuvvetlerini insanî eşdeğerler ile kıyas etmen sizin ne kadar ahmak olduğunuzu gösterir.Zira onlar insan değil meleklerdir. Siz, Allah Teâlâ’nın meleklerden ne güçte mahluklar yarattığını bilemezsiniz. Allah buyurmaktadır ki  “Onların sayılarını anlatmakla da küfredenler için, başka değil, ancak bir fitne ve imtihan kıldık.

…………….

BİR AYET BİR YORUM

Gerçekten Rabbin, senin gecenin üçte ikisinden biraz eksiğinde, yarısında ve üçte birinde (namaz için) kalktığını bilmekte seninle birlikte olanlardan bir topluluğun da böyle yaptığını bilmektedir. Geceyi ve gündüzü Allah takdir etmektedir. Sizin bunu sayamayacağınızı bildi, böylece de tövbenizi kabul etti. Şu halde Kur’an’dan kolay geleni okuyun. Allah sizden hastalar olduğunu, başkalarının Allah’ın fazlından aramak için yeryüzünde gezip-dolaşacaklarını ve diğerlerinin de Allah yolunda çarpışacaklarını bilmiştir. Öyleyse ondan (Kur’an’dan) kolay geleni okuyun. (Müzzemmil 20-23)

Mevdudi derki :   ” İlk başlarda gecenin yarısı veya ondan biraz fazla ya da az gece namazı emredilmişti, çünkü namazın meşguliyeti içerisinde vakti tam olarak bilebilmek mümkün değildi. Saat yoktu vs.

Bazı gecelerin üçte ikisi, bazı gecelerin de üçte biri kalkılıp kıyam ediliyordu.

Başlangıçta, bu emrin muhatabı yalnızca Allah Rasulü idi; fakat zamanla ashaptan bazıları sevap kazanmak için coşkuyla Allah Rasulüne uyarak gece namazına önem vermeye başladılar. Çünkü namazda en uzun olan şey Kur’an kıraati idi. Onun için teheccüd namazında Kur’an’ın ne kadarı kolayınıza gelirse o kadarını okuyun, buyurulmaktadır. Bu tabii ki namazın hafifletilmesi olacaktır. Bu buyruk görünüşte bir emir gibi gözüküyorsa da, teheccüt namazının farz değil, nafile bir namaz olduğu hususunda ittifak vardır. Bir hadis-i şerfte de şöyle denilmektedir: Birisinin sorusu üzerine Allah Rasulü “Size gece ve gündüz beş vakit namaz farzdır” dedi. O zat “Bunun dışında bir şey lazım mı? diye sorunca Allah Rasulü “Hayır, yalnız kendin arzuluyorsan o başka” diye cevapladı. (Buhari ve Müslim)

…………………

CİNLERİN HAKİKATİ

Bu sureyi mütaala etmeden önce zihinde bir karışıklık meydana gelmemesi için cinlerin mahiyetinin ne olduğunu anlamamız gerekmektedir. Çağımızda bazıları cinlerin bir hakikati olmadığı yanılgısına düşmüşlerdir. Bunlara göre, bu, eski çağların vehim ve hurafelerinin bir kalıntısıdır. Onların bu görüşü ne bir araştırmaya dayanmaktadır, ne de kendilerinin böyle bir bilgi sahibi olduklarını iddia edebilirler. Duyumlayamadıkları şeyin bir varlığının olmadığını ileri sürmektedirler. Halbuki, bu koca kainat içerisinde insanın his ile idrak edebileceği şeyler o kadar azdır ki bunun misali bir okyanusun yanında bir katre gibidir. Bu yüzden, hissedemediği şeyin var olmadığını ve var olan şeyin muhakkak hissedilmesi gerektiğini sanmak, aslında o kişinin kendi aklının iflasının bir delilidir.

Böyle bir düşünce ile insan, sadece cinlerin varlığını inkar etmekle kalmaz, daha birçok kendi tecrübe ve gözlemine girmeyen gerçeği de inkar eder. Diğer şeyler bir kenara, onun için Allah’ın varlığı bile kabul edilecek bir şey olamaz. İşte Müslümanlardan bu düşüncelerin etkileri altında kalan bazıları Kur’an’ı inkar etmediler, ama cin, iblis ve şeytan hakkında değişik tevillere gittiler. Bunlardan kasıt, müstakil bir varlıkları olan gizli mahluklar değildir diyorlardı. Bazı yerlerde şeytanı, insanın behimî kuvvetleri olarak yorumlamışlardı. Ve bazen cin kelimesinden kasıt;Kur’an’ı gizlice dinleyen, vahşi, medenî olmayan ve dağlarda yaşayan insanlar olarak tevil etmekteydiler. Halbuki Kur’an’ın buyruğu hiçbir tevile yer bırakmayacak şekilde açıktır.

Kur’an-ı Kerim’de sadece bir yerde değil, müteaddid yerlerde ve insanların iki ayrı cins yaratık olduklarından bahsedilmektedir. Örneğin bkz. Araf: 38; Hud: 119; Fussilet: 25-29; Ahkaf: 18; Ez-Zariat: 56; en-Nas: 6; ve Rahman Suresi, cinleri insanoğlunun bir kısmı olarak saymaya yer bırakmayacak açıklıktadır.

Araf:12’de Hicr 26-27’de ve Rahman 14-15’de insanın çamurdan yaratıldığı, oysa cinlerin ateşten yaratıldıkları açık bir şekilde bildirilmektedir.

Hicr Suresi 27. ayette cinlerin insandan önce yaratılmış oldukları izah edilmektedir. Bunu, Kur’an’da yedi yerde geçen Adem ve İblis kıssası da teyid etmektedir. Her yerde insan yaratılmadan önce İblisin mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Kehf Suresi 50. ayette İblisin cinlerden birisi olduğu bildirilmiştir.

Araf Suresi 27. ayette cinlerin insanları gördüğü, ama insanların onları görmediği söylenmektedir.

Hicr 16-18; Saffat 6-10; Mülk 5’de cinlerin göklere çıkabildikleri ama belli bir sınırdan öteye gidemedikleri açıklanır. O sınırdan öteye geçemezler ve Mele-i Alâ’daki konuşmaları dinlemek isterlerse orada durdurulurlar. Gizlice dinlemeye çalışırlarsa, yıldız ateşiyle kovulurlar. Bu şekilde, müşrik Araplar’ın, cinlerin Allah’ın gaybını ve O’nun sırlarını bildiklerine dair olan yanlış düşünceleri reddedilmektedir. Aynı düşünce Sebe Suresi 14. ayette de reddedilmiştir.

Bakara Suresi 30-40 ve Kehf Suresi 50. ayetlerden Allah’ın, yeryüzünün halifeliğini insana verdiği ve insanların cinlerden üstün mahluklar oldukları anlaşılıyor. Şüphesiz bazı istisnaî sayılabilecek güçler, cinlere de bağışlanmıştır. Buna Neml Suresi 7. ayette bir örnek verilmektedir. Ama bu gibi bazı güçler insanlardan çok daha güçlü olan hayvanlara da verilmiştir. Fakat bu, hayvanların insanlardan daha faziletli oldukları anlamına gelmez.

Kur’an-ı Kerim’de, cinlerin de insanlar gibi irade sahibi yaratıklar oldukları bildirilmektedir. Onlara da irade verilmiştir. Onlar da itaat veya isyan etmek, inkar veya iman etmek hususunda tıpkı insanın serbest olduğu gibi serbesttirler. İblis hadisesi ve Ahkaf ve Cin Surelerinde geçen, bazı cinlerin iman etme hadiseleri bunun açık delilidir.

Kur’an-ı Kerim’de onlarca yerde, İblis’in, ta Adem’in yaratılışından beri insanı yoldan çıkartmaya azmettiği gerçeği açıklanmaktadır. O zamandan beri cinlerden şeytan olanlar insanları yoldan çıkarmaya çalışmaktadır. Ama insana musallat olarak ona zorla bir şeyi yaptırma gücüne sahip değillerdir. Fakat insanların kalbine vesvese verirler ve onları kötü yola teşvik ederek çirkin ve kötü şeyleri güzel gösterir, onları yoldan çıkarmaya çalışırlar. Mesela bkz. Nisa: 117-120; Araf: 11-17; İbrahim: 20; Hicr: 30-42; Nahl: 98-100; İsra: 65.

Kur’an-ı Kerim’de cahiliye döneminde müşrik Arapların, cinleri Allah’ın şeriki sayarak onlara ibadet etmekte oldukları ve onları Allah’a nispet ettikleri bildirilmiştir. Bkz. El-Enami: 100; Sebe: 40-41; Saffat: 158.

Bu izahlardan sonra, cinlerin insanlardan ayrı, kendi başlarına bir varlıkları olan gizli mahluklar oldukları anlaşılmaktadır. Esrarlı hususiyetleri dolayısı ile bazı cahiller onların varlıkları ve güçleri hakkında çok abartmalı düşüncelere kapılmışlar ve hatta onlara tapmaya başlamışlardır. Fakat Kur’an-ı Kerim onlar hakkında gerçek hakikatleri bildirerek onların ne olup ne olmadıklarını izah etmiştir.

………

BİR AYET BİR YORUM

Ancak elçileri içinde razı olduğu  başka.Çünkü O, bunun önüne ve arkasına gözetleyiciler dizer.Öyle ki onların, Rablerinden gelen risaleti  tebliğ ettiklerini bilsin.(Allah) Onların nezdinde olanları sarıp-kuşatmış ve her şeyi sayı olarak da sayıp-tespit etmiştir.” (Cin 28)

Bunun üç anlamı olabilir :

Birincisi, “Rasul, O’na Allah’ın kelâmını meleklerin eksiksiz olarak ulaştırdığını bilsin.”

İkincisi, “Allah Teâlâ, bilecek ki melekler Rablerinin mesajını doğru ve sağlam olarak yerine ulaştırmaktadır.” Üçüncüsü, “Allah’ın mesajını O’nun kullarına Rasuller’in eksiksiz olarak ulaştırdıklarını Allah bilecek.”

Gerek Resuller ve gerekse melekler Allah’ın kudretinin ihatası altındadırlar. Bir kıl payı kadar Allah’ın emrinden dışarı çıksalar hemen yakalanırlar. Allah’ın gönderdiği mesajlar noktası noktasına sayılmıştır. Ne meleklerde ve ne de peygamberlerde onun bir harfini bile çıkartmaya veya ilâve etmeye bir cesaret yoktur.

………….

ARŞI TAŞIYAN MELEKLER

Arş’ın nasıl olduğu, kıyamet günü sekiz meleğin onu nasıl taşıyacağını bilemiyoruz. Her ne olursa olsun Allah’ın arş üzerine oturacağı ve diğer sekiz meleğin de onu taşıyacağı düşünülemez. Ayette, Allah’ın arş üzerine oturmuş olacağına dair böyle bir ifade yoktur. Allah Teâlâ cisim, mekan ve yönden münezzeh olduğu için Kur’an-ı Kerim böyle düşünmemize manidir. Çünkü taşımak eylemi için bir cismin ortada olması lazımdır. Bu konuları fazla kurcalamanın, bir mana bulmaya çalışmanın insanı dalâlete düşürme tehlikesi vardır. Fakat şunu da bilmeliyiz ki, Kur’an’da, Allah’ın hükümranlığı ve benzeri konuları anlatmak için bizim dünyada kullandığımız terminoloji kullanılmaktadır.

…………

MÜTHİŞ BİR TEHDİT

Eğer o, bize karşı bazı sözleri uydurup söylemiş olsaydı, Muhakkak onun sağ elini (bütün güç ve kudretini) çekip alıverirdik. Sonra onun can damarını elbette keserdik. O zaman, sizden hiç kimse araya girerek bunu kendisinden engelleyip uzaklaştıramazdı.” (Hakka 44-47)

Bundan asıl maksat, peygamberin kendi kendine vahiy üzerinde herhangi bir eksiltme ya da artırma yetkisinin olmadığıdır. Eğer böyle yapacak olsa biz onu şiddetle cezalandırırız. Bu husus öyle bir üslupla söylenmekte ki gözünün önüne sanki, kendi tayin ettiği bir memura “Eğer benim adımı kullanarak sahtekarlık yaparsan senin kafanı uçururum” diyen bir kralın manzarası gelmektedir. Bazı kimseler bu ayetten yanlış bir istidlalle “Peygamberlik iddiasında bulunanlar eğer bu konuda yalancı ve sahtekâr iseler Allah’ın, hemen onların şah damarını koparıp boğazlarını keseceğini ve eğer kesmemişse o zaman onların iddialarında haklı olduklarını gösterdiğini” ileri sürmekteler. Halbuki bu ayet gerçek bir peygamberler hakkındadır. Yalancı peygamberler hakkında değildir. Bırakın yalancı peygamberleri, ilahlığını iddia eden insanlar bile bu dünyada yıllarca hüküm sürebilmektedirler.

………….

CEHENNEM SESİ VE EŞEK SESİ

“İçine atılıp-bırakıldıkları zaman, o kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler.” (Mülk 7)

Şehîk” kelimesi aslında, merkep sesi (anırmak) anlamında kullanılır. Ancak bu kelime, burada, Cehennemin veya Cehennem ehlinin sesi karşılığında kullanılmıştır. Cehennem ehlinin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni, Hud: 106’dan dolayıdır. “Bahtsızlar ateşlidirler. Onların orada soluk alış verişleri (Zefîrun ve şehîkun) vardır ki…

” Cehennemin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni ise, Furkan: 12’den dolayıdır: “(Cehennem) onları uzak bir yerden görünce onlar bunun öfke ve uğultusunu (zefiran) işitirler.

Bu bakımdan “şehik” kelimesinin, hem Cehennemin hem de Cehennem ehlinin sesi olarak anlaşılması daha doğrudur.

………..

ÖLDÜRÜLEN KİŞİ ÖLDÜRÜLMESEYDİ YAŞAYACAK MIYDI?

Ecel-i müsemma dediğimiz ölüm tarihimizi Rabbimiz kendiliğinden yazmıyor, biz yazdırıyoruz. Onun yazdığı, ecel-i kaza yani azami ömrümüzün ne kadar olabileceğidir. Ecel-i müsemmayı biz yazdırıyoruz. Onun için “elinizle kendinizi tehlikeye atmayın” hitabına muhatap oluyoruz. Onun için birisinin ölümüne sebebiyet vermekten dolayı biz suçlanıyoruz. Onun için intihar eden suçlu oluyor.

Öldürülen bir kimse öldürülmeseydi yaşamaya devam edecekti Nitekim Nuh (as) kavmine: ” O da şöyle söyledi: «Ey Milletim! Şüphesiz ben, size gönderilmiş apaçık bir uyarıcıyım. Şöyle ki, Allah’a kulluk edin, O’ndan çekinin ve bana itaat edin! Ki; Günahlarınızı bağışlasın ve sizi belirli bir vakte kadar ertelesin. Kuşkusuz, Allah’ın takdir ettiği vakit gelince ertelenmez, eğer bilseydiniz!”(Nuh 2-4)

……………

MÜSLÜMANLIĞINIZI BİRİLERİNE KARŞI KULLANMAYIN

Müslüman olduğu için birilerini minnet altına almaya çalışmalara bakın rabbimiz ne buyuruyor.:
يَمُنُّونَ عَلَيْكَ اَنْ اَسْلَمُوا قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَیَّ اِسْلَامَكُمْ بَلِ اللّٰهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ اَنْ هَدٰیكُمْ لِلْاٖيمَانِ اِنْ كُنْتُمْ صَادِقٖينَ

Müslüman olmalarını bir lütufta bulunmuş gibi sana hatırlatıyorlar. De ki: “Müslüman olmanızı bir lütuf gibi bana hatırlatıp durmayın. Tam tersine eğer doğru kimselerseniz sizi imana erdirmesinden dolayı Allah size lütufta bulunmuş oluyor.” (Hucurat 17)

………………..

ŞEYHİM BENİ KURTARIR İNANCI

Allah Teâlâ benim şeyhimi sever onu kırmaz, onun Allah katında reddedilmeyecek hatırı vardır, o beni cehennemden kurtarır.” diyenler, bakın Allah en sevdiği elçilerinden birisinin yaptığı duadan dolayı nasıl kınıyor.

قَالَ يَا نُوحُ اِنَّهُ لَيْسَ مِنْ اَهْلِكَ اِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْپَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهٖ عِلْمٌ اِنّٖى اَعِظُكَ اَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلٖينَ

Allah, “Ey Nûh! O, asla senin âilenden değildir. Onun yaptığı, iyi olmayan bir iştir. O hâlde, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben, sana cahillerden olmamanı öğütlerim” dedi. (Hud 46)

……………

AYET ÜZERİNDE YAPILAN AFFEDİLEMEZ HATA.

وَمَا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهٖ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدٖى مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزٖيزُ الْحَكٖيمُ

Yanlış meal,

“Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”  (İbrahim 4)

Doğru meal,

“Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara her şeyi açık açık anlatsın. Bundan sonra Allah, hidayet için çalışanı hidayete erdirir, sapıklıkta kalmaya direnenleri de sapıklıkta bırakır. O, güçlüdür doğru karar verir.(İbrahim 4)

……………..

KURAN OLMADAN TEVRAT VE İNCİLE GÖRE YAŞAYABİLİR MİYİZ?

Eğer önceki kitaplar değiştirilmeyip yeterli olsalardı, Rasûl-i Ekrem ile Kur’ân’ın gönderilmesine gerek kalmazdı. Bu gün bir insan, “Ben Tevrat veya İncil’e göre yaşamak istiyorum” diyebilir mi, onun tevhidi yakalama imkânı var mı? Kuşkusuz hayır. Zira mevcut Tevrat, Hz. Nuh’un içki içtiğini, kızlarıyla zina ettiğini, öz kızlarının kendisinden hamile kaldıklarını söylemekte (Tekvin, 9/20-25); Harun’un (as) tapmak için buzağı yaptığını ve Yahudiler’le ona taptığını (Tevrat, Çıkış, 32/1); İbrahim’in (as) (hâşâ) hanımını Firavun’a teklif ettiğini (Tevrat, Tekvin, 12/14); Süleyman’ın (as) ömrünün sonunda riddet ettiğini (Tevrat, İlk Krallar, 11/5); mevcut İncil ise İsrailoğulları’ndan çıkmış tüm peygamberlerin çapulcu ve hırsız olduklarını iddia etmektedir (Yuhanna, 10/80).
“Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa hiç kuşkusuz iyiyi ve güzeli bulmuş olurlar. Eğer sırt çevirirlerse mutlaka anlaşmazlık içerisindedirler…” (Bakara, 2/137) âyeti, ceza ve mükâfatın nasıl elde edilebileceğini çok güzel ve sarih olarak göstermekte, nasıl ve neye iman edilmesi gerektiğini açıklamaktadır. “Onlara, Allah’ın indirdiklerine inanın, denilirse, ‘Bize indirilene inanırız’ derler ve ötekisini inkâr ederler…” (Bakara, 2/91). “Kim Allah ve Rasûl’üne inanmazsa bilsin ki biz kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır” (Fetih, 48/3); “De ki: Ey Kitap ehli, niye Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” (Âl-i İmrân, 3/98); “De ki: Ey insanlar, ben hepiniz için gönderilmiş elçiyim…” (A’raf, 7/158) âyetleri de gayet açık bir ifade ile mü’min olabilme veya Allah’ın rızasını veya cennetini elde etmenin Kur’ân ve Rasûl’e ittiba etmekten geçtiğini ifade etmektedir.

…………….

DAVETÇİ NE YAPMALIDIR?

Hak ve hakikate çağıran biri, ne zaman ki birine akla yatkın deliller göstererek, davetini açık açık ortaya sererse, onun şüphelerine itirazlarına ve delillerine cevap da verirse, hak ve hakikati açıklamak için üzerine düşen görevi yerine getirmiş, vazifesini yapmış olur. Bundan sonra hâlâ o şahıs, yanlış inanç ve düşüncesinde ısrar ederse, onun hiçbir vebali, hakka çağıran üzerine düşmez. Artık o şahsın peşine düşmek, onunla münakaşa uğruna ömrünü feda etmek mecburiyetinde değildir. Hak davetçisinin işi sadece bu bir adamı nasıl olursa olsun kendi inancına ortak etmekten ibaret de değildir. Davetçi vazifesini yapmıştır.O inanmazsa inanmasın, inkarcının iltifat etmemesi davetçiyi suçlu duruma düşürmez.

Hakka Davet’in asıl amacı, kendilerine ulaştırıldığında ona değer verip onu kabul edecek vasıftaki temiz fıtratlara iman nimetini götürmektir. Ancak davetçinin, binlerce insan arasında bu temiz fıtratlı insanları tanıyabilmesi mümkün olmadığından, toplumda mevcut temiz fıtratlı insanlara iman nimetinin ulaşabilmesi için o sürekli kendi tebliğ ve davet çalışmalarını sürdürür. Çünkü bu tip insanlar iman edecek yetenektedirler.

İşte davetin asıl amacı bu insanları toplayıp bir araya getirmektir. Davetçi insanların davete kulak verip-vermeyeceklerini, imanı kabul edip-etmeyeceklerini ancak yaptığı bu çalışmalardan sonra anlayabilir. Karşısındaki insanların kalpleri katılaşmış ve iman etmeyecek kimseler olduklarını anladığı andan itibaren davetçi kendi kıymetli vaktini bu insanlara harcayarak ziyan etmemelidir. Çünkü onlar, kendilerine verilen nasihatten ders almazlar. Bu kimseler üzerinde vakit ve enerji sarf edileceğine, davetten istifade etmek isteyen kimselere yönelinmelidir.

……………

KAFİRLER CEHENNEME NEREDEN GİRER?

“Ve Cehennem onların hepsinin toplanacağı yerdir. Onun yedi kapısı vardır, herbir grup için bir kapı ayrılmıştır”(15 Hicr/43-44).
 
“Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür!”(16 Nahl/29).
 
“İnkâr edenler, bölük bölük cehenneme sürülür. Oraya vardıklarında kapıları açılır; bekçileri onlara: “Size içinizden Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bugüne kavuşacağınızı ihtar eden peygamberler gelmedi mi” derler. “Evet, geldi” derler. Lakin azap sözü inkârcıların aleyhine gerçekleşir. Onlara: “Temelli kalacağınız cehennemin kapılarından girin; böbürlenenlerin durağı ne kötüdür!” denir”(39 Zümer/71-72).
 
“Onlara: “İşte bu, yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmenizden ötürüdür. Temelli kalacağınız cehenneme kapılarından girin” denir. Büyüklenenlerin durağı ne kötüdür!”(40 Mümin/75-76).
 
Allah yukarıdaki ayetlerle kafirlerin cehenneme hep açılan kapılardan sokulacaklarını ve bölük bölük gireceklerini anlatır.İlginçtir bizim gelenekçi anlayış ise ısrarla onları sırat köprüsünden aşağı yuvarlar.
…………….
DUHAN (DUMAN) SURESİNDEKİ DUMAN NEYİ ANLATIR?
 

Duhan suresine ismini veren “Duhan yani Duman” konusuyla ilgili uzun nakillere girmek inanın insanların idrakini zorlayacaktır. Zira bu kavramla ilgili “kıyamet alâmetlerinden olup henüz görülmediğinden” tutunda ; “Mekke’nin fethedildiği gündür. Çünkü o gün yükselen bir toz, duman semayı örtmüştür ” diyenlere kadar bir çok farklı yorum vardır. Biz daha kestirmeden gideceğiz ve rivayetlerle de bağdaştırıp gerçeğe ulaşmaya çalışacağız.

Öncelikle bu sözcüğün Arap dilindeki kullanımı hakkında bilgi verelim: “Allame İbn Menzur, bütün uzmanlarca Arap dili konusunda tartışmasız kaynak kabul edilen Lisanü’l-Arab adlı lügatinde şunları söyler: “Denilir ki: Aç kişi kendisi ile gökyüzünün arasını açlığın şiddetinden dolayı “duman” olarak görür. Kıtlık döneminde yağmursuzluktan yeryüzünün kupkuru olması, toz toprağın havaya yükselmesi nedeniyle açlığa da “duman” denir. Açlık toz dumana benzetilir. O nedenle kıtlık yılı için “el Ğabrae” ve “Cu-i eğber” denir. Araplar çoğu zaman “duman” sözcüğünü “şerr” yerine koyarlar. Şer çoğalınca “Aramızda dumanı yükselen işler oldu” derler.

Gerek Arap dili ile ilgili bu açıklamalardan, gerekse “Esbab-ı Nüzul” nakillerindeki anlatımlardan, ayette geçen “duman”ın “kıtlık” olduğu anlaşılmaktadır.

Razi de der ki : Dumanın kıtlık olduğuna dair delilimiz, Allah Teâlâ’nın, onların söylediğini naklettiği, “Ey Rabbimiz, bizden bu azabı açıp kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz” şeklindeki sözleridir. Bu, biz bunu Mekke’de meydana gelen kıtlık anlamına aldığımızda doğru olan bir sözdür. Çünkü, nakledildiğine göre Mekke’deki kıtlık, had noktaya varınca, Ebû Süfyan, Hz. Peygamber (s.a.s)’in yanına geldi ve ondan, Allah, akrabalar aşkına, bunun kaldırılmasını istedi; Peygamberin onlara duâ etmesi ve onlardan o belâyı Allah’ın kaldırması halinde, iman edecekleri vaadinde bulundu. Allah onlardan bu kıtlığı kaldırınca da, onlar yine şirklerine döndüler. Biz, ayetin bu ifadesini, “Bununla, Kıyamet alametlerinden bir alametin zuhur etmesi kastedilmiştir” anlamına alırsak, bu doğru ve yerinde olmaz. Çünkü, Kıyamet alâmetlerinin zuhur etmesi halinde, hem onların, “Ey Rabbimiz, bizden bu azabı gider. Çünkü biz, iman edeceğiz..” demeleri mümkün olmaz, hem de onlara, “Biz bu azabı biraz açıp kaldıracağız. Siz şüphe yok ki tekrar (küfre) dönersiniz” denilmesi mümkün olmaz.

……………

AHİRETTE MEVLALARIN,DOSTLARIN YARDIMI

“Şüphesiz hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür.O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez. Ancak Allah’ın merhamet ettiği kimseler böyle değildir. Şüphesiz O, üstündür, merhametlidir.” (Duhan 40-41-42)
Ayetteki “O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez. ” ifadesinden anlaşılmaktadır ki, o gün kimseye bir başkasından yarar yoktur. Peygamberlerden bile… Can alıcı nokta ise ayette “mevla” kelimesinin kullanılmasıdır. Ayette “Mevla [yakın,dost]” sözcüklerinin kullanılmasının nedeni, ilk yardımlaşacak olanların ana-baba, evlatlar, kardeşler, yakın akrabalar ve arkadaşlar olmasındandır.Yakınlar yardımlaşamadıktan sonra, uzaklar, el olanlar zaten yardımlaşamazlar.

………………

DÖRT EKOL

Erken dönemde dört farklı ekol vücut bulmuştu. Sünneti (hadisi) önceleyen Sünnilik, Ali evladını merkeze yerleştiren Şiilik, Kuran ve aklı bayraklaştıran Mutezile ve yalnızca Kuran diyen Hariciler. Bu dört gruptan günümüze yalnızca ikisi ulaşabilmiştir. Ve ikisinin ortak noktası da Kuran’dan başka şeylerin mümessilleri olmalarıdır. Diğer grupların da yaşadığı dönemlerde, en azından cedel ve cevap yetiştirmek için de olsa çağın Sünni din adamlarının eserlerinde az miktarda bulunmakla beraber, Kuran’ı hiç değilse referans gösterdiklerini görmekteyiz. Ancak Mutezile ve Hariciliğin tamamen izlerinin silindiği 11’inci yüzyılın sonlarından itibaren, bu iki ekol kendi aralarındaki mücadeleler dışında asla Kuran’a gitmeye tenezzül bile etmemişlerdir. Bu durum 19’uncu asırdaki yeniden Kuran’a doğru bir yönelişin başlamasına değin doludizgin ilerlemiştir.

…………

LA İLAHE İLLALLAH

La ilahe illallah demek Allah’ın indirdikleri ile hükmetmek demektir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmemek ise insanların hayatından Allah’ın uluhiyetini (ilahlığını) kaldırmak, beşer hayatını tanzim etme noktasında Allah’ın hakkını gasbetmek ve insanların, insanlar üzerinde rablik iddia etmesidir. Bu konuyu Adiyy bin Hatem boynunda hac olduğu halde Allah Resulü’nün yanına geldiğinde şöyle açıklamıştır. Allah Rasulü ona boynundaki putu at demiş ve böylece boynundaki haccın put olduğunu ifade ederek ona şu ayeti okumuştur:
“Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını, rahiplerini ve bir de Meryem oğlu Mesih’i rabler edindiler. Oysa ki hepsi ancak bir olan ilaha ibadet etmekle emrolunmuşlardı ki, O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. O onların ortak koştukları her şeyden münezzehtir.” (Tevbe Suresi: 9/31) Karşılaştığı bu tavırdan dolayı Adiyy bin Hatem şaşırmıştır. Çünkü Adiyy’in zihnindeki ibadet anlayışı Allah Resulü’nün anlattığı ile çelişiyordu. Zira Adiyy’in zihnindeki ibadet; rüku, sücud ve dini şiarlardan oluşuyordu.Adiyy dedi ki: ” Ya Rasulullah biz onlara ibadet etmiyorduk.” Bunun üzerine Allah Rasulü şöyle buyurdu:
“Evet onlar helali haram, haramı helal kıldılar, sizlerde onlara tabii oldunuz, işte bu ibadetin ta kendisidir.”

……………

Ahkaf suresi 5.ayette yer alan “men”edatına “şeyler” veya “putlar”anlamı vererek “kendisine dua edilen dost , evliya, veli , vb. kişileri” ayetin kapsamından çıkarmak hiçte Kurani bir yaklaşım tarzı olarak gözükmemektedir.Zira bu anlayışla yapılan tercümelere göre ayetin meali şöyle olmaktadır :

“Allah’ı bırakıp da kıyamet günü, kendisine cevap vermeyecek olan ve kendisine tapanlardan haberleri bile bulunmayan şeylere tapandan daha sapık kimdir ki?” (Abdulbaki Gölpınarlı Meali)

“Allah’ı bırakıp kıyamet gününe kadar kendisine icabet etmeyecek şeylere tapandan daha şaşırıp-sapmış kimdir? Oysa onlar, bunların tapmalarından habersizdirler.” (Ali Bulaç Meali)

Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapıktır? Oysa onlar, bunların tapınmalarından habersizdirler.(Diyanet Meali)

Ve daha sapık kimdir o kimseden ki, Allah’a ibadeti bırakıp da Kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremiyecek olan putlara yalvarır (ibadet eder). Halbuki onlar, bunların yalvarmalarından gafillerdir.

İnşallah bu çevirileri yapanlar “Bizler günlük yaşamımızda birilerinden şefaat diliyoruz ; yaşayan veya yaşamayan fark etmez birilerine medet diye bağırıyoruz; başımız sıkışmaya görsün hemen birilerini yardıma çağırıyoruz.Öyleyse bu ayetteki “men” edatına putlar gibi nesnel anlamlar yükleyelim de kendimizi rahatlatalım” anlayışı ile çevirilerini yapmıyorlardır.

Peki olması gereken nedir? Ayetin doğru çevirisi nasıldır ona bakalım mı?

Doğru çeviri şöyle olmalıydı (En doğrusunu Allah bilir) :

” Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek olan kimselere yakarandan daha şaşkın kim olabilir? O yakardıklarının, bunların duasından haberi bile yoktur.

veya

Allah’ı bırakıp onlara ne şimdi, ne de kıyamet günü cevap veremeyecek olan  ve kendilerine yalvarıldığının bile farkında olmayanlara yalvarıp yakarandan daha sapık kim olabilir?

…………….

ARACILIK 

ALLAH’ın insanlara herkesten daha çok yakın olduğu ve her türlü duasına icabet ettiği halde, insanlardan bazılarının direk ALLAH’tan istemeyip, araya aracılar koyması şaşılacak bir şey. Düşünün, yakınınızda size yardım edecek güçlü biri var; siz ise ondan yardım istemeyip ta uzaklarda ve size hiç bir yardımı olamayacak birini arayıp bulmaya çalışıyorsunuz. Bu şu demektir; ya siz yanınızdaki varlığın gücüne inanmıyorsunuz veya aracıları O’nun kadar üstün görüyorsunuz!
Her iki halde de oldukça yanlıs yapıyorsunuz. Çünkü yüce Rabbimiz, ‘(Ey Muhammed) kullarım sana beni sorarlarsa (bilsinler ki) ben şüphesiz (onlara) yakınım. Benden isteyenin duasını kabul ederim’ diye buyurmuştur (Bakara; 186). Yine Kaf suresinin 16. ayetinde de ‘Ona şah damarından daha yakınız’ diye buyrularak, insanların herkesten önce ALLAH’ı kendilerine yakın bilerek O’na yönelmeleri; O’na dua ve niyazda bulunmaları ve sadece O’na taatte bulunmalarının gerektiği vurgulanmıştır. Bu hak, tamamen ALLAH’a aittir. Bu hakkı gasbedenler, ALLAH’ı gereği gibi tanımamış ve ALLAH’a şirk koşmuş olacaklardır.

………………….

SAKLI GERÇEKLERE BİR ÖRNEK DAHA !

KURANA GÖRE ABDEST ALIRKEN AYAKLARI TOPUKLARA KADAR MESHETMEK FARZDIR.BU AYETLERE “TOPUKLARA KADAR YIKAMAK”DİYE ANLAM VERMENİN VE ÇEVİRMENİN HİÇ BİR SURETTE İMKANI YOKTUR. HAYIR YIKAMAK FARZDIR DİYENLERE ŞUNU SORALIM: “EHLİ SÜNNET “AYAĞA SU DEĞMESİNİ” FARZ KABUL EDİYORSA NASIL OLUYOR DA MESH GİYİLMİŞ AYAĞA MESH VEREBİLİYOR?

…………….

Şefaata İnanmak

Şefaat; yalnız bırakmama ve birinin işini görmek için onunla birlikte gitme anlamına da gelir. “Şefaat ya Resulellah” ahiret ile ilgili söylendiği için “Ey Allah’ın Resulü beni ahirette yalnız bırakma; benim işimi gör” demek olur. Cehenneme gidecek olan bir Müslümanın orada ebedi olarak kalmayacağı bilindiği için şefaat talebi, doğrudan cennete gitmek içindir. Bu sebeple şefaat mahşer yerinde beklenir. Şimdi bu inancı irdeleyelim:

1. Mahşer yerinde şefaat olmayacaktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin yerine ceza çekmez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden fidye alınmaz ve kimseye yardım edilmez.” (Bakara 2/48)

“İyiler tabii ki, nimetlere kavuşacaklardır. Günahkârlar ise alevli ateşte olacaklar, hesap verme günü oraya girip kızaracaklar, oranın dışında kalamayacaklardır.

Hesap verme günü nedir nereden bileceksin!.. Gerçekten sen nereden bileceksin hesap verme gününün ne olduğunu!.. O gün, kimsenin kimse için bir şey yapamayacağı gündür. O gün bütün yetki Allah’ındır.”(İnfitâr 82/13-19)

“Rablerinin huzurunda toplanacakları günden korkanları Kur’ân ile uyar; onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)

“De ki: Şefaat yetkisi, tümüyle Allah’a aittir.” (Zümer 39/44)

“(Ya Muhammed) De ki: Ben kendime bile ne fayda ne de zarar verebilirim; Allah vermiş başka.” (A’raf 7/188)

Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre “Kabilenin en yakınlarını uyar” (Şuara, 26/214) ayeti inince Allah’ın elçisi şöyle bir konuşma yapmıştı:

“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size faydam olmaz. (Amcam) Abdulmuttalib oğlu Abbâs! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. (Halam) Safiyye! Allah’ın yanında sana faydam olmaz. Ey kızım Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana faydam olmaz.” dedi.” (Buhârî, Vesâyâ, 11)

Bütün bunlar varken bir müslüman nasıl olur da “Şefaat ya Resulellah” diyebilir. Ahirette Resulullah’a “Ey Allah’ın Resulü beni yalnız bırakma; benim işimi gör” diyeceğine inananın beklentisi nedir? Allah’tan kaçıp Peygambere sığınmak, onun kendini Allah’tan daha iyi tanıyacağına ve Allah’tan daha merhametli, olduğuna ve onu Allah’tan kurtarmaya gücünün yettiğine inanmak değil midir? Bu inanç Peygamberi, Allah’ın yanında güçlü bir tanrı saymak değil midir? Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Darda kalmış kişi yardım istediği za­man onun yar­dımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzü­nün hâkimleri yapıyor? Allah ile be­raber başka bir tanrı mı var? Bilginizi ne ka­dar az kullanıyor­sunuz.” (Neml 27/62)

2. “Onlar cehennemde yanacaksa ben de yanayım” diyenlere söylenecek söz yoktur. Ama akıllı kişi kendini kurtarmak için elinden geleni yapar.

3. Kendini Allah’tan merhametli sayan ve sanki üzerine görevmiş gibi “halkımın imanını kurtardığını görürsem cehennemde yanmaya razıyım” diyerek cehennemi hiçe sayanlar da vardır… Onlar gibi yanmak isteyenler varsın yansınlar.

………………..

 

MEALLERDE SAKLANMAYA ÇALIŞILAN GERÇEK!

Mesela Diyanet Meali Ahkâf 5. ayet
Kim, Allah’ı bırakıp da, kıyamet gününe kadar kendisine cevap veremeyecek şeylere tapandan daha sapıktır? Oysa onlar, bunların tapınmalarından habersizdirler.

Doğru Meal Ahkaf 5.ayet
Allah’ı bırakıp onlara ne şimdi, ne de Kıyamet Günü cevap veremeyecek olan  ve kendilerine yalvarıldığının bile farkında olmayanlara yalvarıp yakarandan daha sapık kim olabilir?

Görüldüğü gibi ayetteki “men” ifadesine şey veya put anlamı verilerek , dua kelimesine de ibadet veya tapınma anlamı verilerek bir şeyler gizleniyor. Gizlenen ne mi? Gizlenen şudur:” Böylece büyüklerin kabrini ziyaret ederek onları aracı ve şefaatçi olmaya çağırmak ayetin kapsamı dışına çıkarılmaktadır.
İkincisi de “kimseler” diye çevrilmesi gereken “men” kelimesine “şeyler” anlamı verilerek ayet putlara has hale getirilerek büyüklerin ruhunun aracı kılınması ile ilgisi kesilmektedir.

…………..

KURAN TARİHİ AÇISINDAN

Bir taraftan Hz. Peygamber’in sayıca kabarık bir kâtiplik sekreteryası oluşturup Kur’an’ın tümünü sistematik şekilde yazıyla tespit ettirdiğini, bununla da kalmayıp vahiy kâtiplerine, “Bu ayeti şu sûrenin şurasına yerleştirin” diye talimat verdiğini söylemek, diğer taraftan da nüzul dönemini müteakiben Kur’an’ın cem’i meselesi gündeme geldiğinde Halife Hz. Ebû Bekr’in bu konuda güç bela ikna olduğuna, üstelik aylarca süren cem faaliyeti sırasında ayetler ve sûreleri mürettep halde bulmak şöyle dursun, Mescid-i Nebevî’nin kapısında vaziyet alınıp, “Kimin yanında yazılı bir ayet varsa, iki şahitle birlikte getirsin” diye ilanda bulunulduğuna dair bir dizi rivayet nakletmek fikrî muhakeme kabiliyetine sahip her bir insanın gözünden kaçmayacak kadar iri bir çelişki olsa gerektir.Öyleyse şunu unutmayalım:”Kur’an tarihi alanında , problemleri görmezden gelmek yerine her türlü problemle yüzleşmekten çekinmemek gerekir. Çünkü bizim Kur’an’a sadakatimiz vahyin metinleşme tarihindeki müphemliklerin tümden giderilmesi şartına bağlı değildir. Müslüman olmamızın nirengi noktası ise imanımız, yani Hz. Peygamber’e itimadımızdır.

……………….

GELENEKÇİ GÖRÜŞÜN NEBİ VE RESUL TANIMI KURAN’A TERSTİR
 
Gelenek der ki:” Yeni bir kitap şeriatla bir ümmete gönderilmiş olan zata Resul,başka bir peygamberin şeriatına bağlı olarak gelen peygambere de Nebi denir.” (Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük İslam İlmihali , s.21)
 
Oysa Nebilik ünvan , resullük görevdir.Bu nedenle “nebi-resul” ilişkisini “diplomat-elçi” ilişkisine benzetebiliriz. Kurana göre tüm nebiler kitap almıştır ve aldıkları kitabı da resul olarak tebliğ etmişlerdir.Diplomat ünvanını nasıl ki sadece devlet verebilir , nebilik ünvanını da ancak Allah verir.Klasik gelenekçi görüşün “Nebiler başka bir peygamberin şeriatine bağlı kişilerdir” söylemi Kuran’a aykırıdır. En basit Kurani okumayla bile Nebilere kitap verildiği görülebilir.Mesela aşağıdaki ayet , İsa Aleyhisselamın nebi olduğunu ve kitap aldığını söyler:
“(İsa dedi ki) Ben Allahın kuluyum, (O) bana kitabı verdi ve beni nebi yaptı”( Meryem 30)
………………..

Yorumunuzu buraya yazın